Önsöz
Resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü, 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir?
Bu insan her kim olursa olsun, muhtemelen yaşadığı 70-80 senenin nasıl geçtiğini anlayamadığını düşünüyordur. Hatta kendisine sorsanız, "göz açıp kapayıncaya kadar geçti, hiçbir şey anlayamadım" diyecektir. 20'li yaşlarındayken herhalde o da yaşlanacağını hiç düşünmemiştir. Ancak şu an, çok uzak gördüğü o dönemin içinde bulunmanın şaşkınlığını yaşıyordur. Ve bu anı uzak görmekle ne kadar yanıldığını da çok iyi anlamıştır.
Yaşamı boyunca yaptıklarını yazmasını veya anlatmasını isteseniz, en fazla bir defteri doldurabilir veya en fazla beş-altı saat arka arkaya anlatabilir. "Koskoca 70 sene" dediği şeyin tamamı işte bu kadardır...

Bu düşünceler içinde yaşayan kişinin aklında ise çok önemli bazı sorular vardır:
- - "Göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden bu hayatın amacı nedir?"
- - "Ben bu 70 seneyi ne için yaşadım?"
- - "Peki bundan sonra ne olacak?"
Yukarıdaki sorulara birbirinden farklı cevaplar verecek iki insan grubu vardır: Bunlardan bir tanesi Allah'a inanmayan, diğeri ise gönülden katıksız bir imanla Allah'a bağlanan kişilerdir.
Birincisi yukarıdaki sorularla ilgili olarak büyük olasılıkla şöyle düşünür: "Hayatım bugüne kadar boş bir amaç uğruna geçip gitti. 70 sene yaşadım ama ne için yaşadığımı da açıkçası pek anlayamadım. Önce annem babam için yaşıyorum dedim, sonra eşim, sonra ise çocuklarım... Ama şu an ölüm yaklaştı. Öleceğim ve bu dünyadan yok olup gideceğim. Sonrası mı? Sonra ne olacağını bilmiyorum; ama herhalde herşey bitecek!"
Bu insanın içine düştüğü boşluğun nedeni, tüm evrenin, canlıların ve insanların bir amacı olduğunu kavrayamamış olmasıdır. Bu amaç, tüm bu varlıkların yaratılmış olmasından kaynaklanır. Aklı olan insan, evrenin ve canlıların her noktasında büyük bir plan, düzen ve akıl olduğunu görür ve dolayısıyla bunların üstün akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından var edildiklerini anlar. Bunlar yaratılmış olduklarına, rastgele ve bilinçsiz bir süreçle ortaya çıkmadıklarına göre, mutlaka bir amaçları vardır. Bu amacın ne olduğu ise, üstün güç sahibi olan Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran'da bildirilir.
Bu gerçekleri göz önünde bulunduran ve Allah'a iman eden kişi yukarıdaki sorulara doğru cevabı verecek ve şöyle diyecektir: "Beni herşeyin sahibi olan Allah yarattı ve bu dünyaya gönderdi. Dünyada bulunduğum sürece beni Yaratana kulluk etmekle emrolundum ve bunu en güzel şekilde yapıp yapmadığım denendi. Dünyanın zaten çok kısa olduğunu, göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini biliyordum. Doğru olanı yaptım; Allah'a kulluk ettim, bu dünya hayatının geçici süslerine aldanmadım. Sonrası mı? Hayatım boyunca iyi işler yaptığım ve Allah'ın rızasını kazanmaya çalıştığım için ebedi bir mutluluk yurdu olan cennete kavuşmayı umuyorum. Ve Rabbime kavuşacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum."
Bu gerçekleri göz önünde bulunduran ve Allah'a iman eden kişi yukarıdaki sorulara doğru cevabı verecek ve şöyle diyecektir: "Beni herşeyin sahibi olan Allah yarattı ve bu dünyaya gönderdi. Dünyada bulunduğum sürece beni Yaratana kulluk etmekle emrolundum ve bunu en güzel şekilde yapıp yapmadığım denendi. Dünyanın zaten çok kısa olduğunu, göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini biliyordum. Doğru olanı yaptım; Allah'a kulluk ettim, bu dünya hayatının geçici süslerine aldanmadım. Sonrası mı? Hayatım boyunca iyi işler yaptığım ve Allah'ın rızasını kazanmaya çalıştığım için ebedi bir mutluluk yurdu olan cennete kavuşmayı umuyorum. Ve Rabbime kavuşacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum."
Yukarıda bahsettiğimiz iki insan arasındaki farkı daha da netleştirebilmek için bir nokta üzerinde durmak gerekir: Allah'ın var olduğunu kabul eden herkes, gerçek bir imana sahip değildir. Bugün pek çok insan evrenin bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul eder, ancak bu gerçeğin onun yaşamı için ne derece büyük bir önemi olduğunu kavrayamaz. Bu insanların birçoğu Allah'ın evreni yarattığı ve sonra insanları kendi hallerine bıraktığı gibi çarpık bir anlayışa sahiptirler..
Nitekim bu yüzeysel bakış açısına, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran'da da dikkat çekilmiş, ayetlerde "evrenin Yaratıcısı kimdir?" diye sorulduğunda insanların "Allah" diye cevap verdikleri, ancak bundan kendilerine hiçbir pay çıkarmadıkları bildirilmiştir:
Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, tartışmasız; "Allah" diyecekler.
De ki: "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler.(Lokman Suresi, 25)
De ki: "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler.(Lokman Suresi, 25)
Bu yanlış inanç sebebiyle de insanların çoğu günlük
hayat ile kendilerini yaratan Allah arasında bir bağlantı kuramazlar.
Zannederler ki, bu dünyada yaşamlarını sürdürecek, kendi kıstaslarına göre iyi
davranışlarda bulunacak ve öldükten sonra da eğer günahları varsa bir süre
cezalarını çekip cennete gideceklerdir. Hatta bir çoğu bu kadarını bile
düşünmez; "Bu dünya hayatında yaşayacağımız herşey kardır, Allah nimet
vermiş, keyfini çıkaralım" gibi Allah'ın nimetlerini takdir edemeyen
cahilce bir üslupla konuşur ve bu mantıkla başka hiçbir şey düşünmeden
yaşamlarını sürdürürler.
İşte bu gibi insanlar, dünya hayatının gerçek yüzünü
ve amacını da kavrayamazlar. Geçici olduğunu, "göz açıp kapayıncaya
kadar" bitip gideceğini hiç düşünemezler.
Halk arasında dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği
hakkında bazı deyimler kullanılır; "ölümlü dünya", "üç günlük
dünya", "hayat fani" gibi. Ama bu kalıp sözcükler aslında
insanların samimi görüşlerini yansıtmaz. Bu tarz sözler, toplumun bir geleneği
gibi, aralarında konuşulan bir sohbet, hatta espri konusudur. Nitekim böyle
önemli bir konunun hemen arkasından dünya ile ilgili planlara başlanır. Örneğin
"ölümlü dünya", "dünyaya bir kere geldik" sözünün akabinde;
"Tabii ki dünyayı tepe tepe yaşayacaksın!" tarzında sığ mantıklar öne
sürülebilir.

Oysa ki hayatın kısa
olması, ölümlü olmak ve dünyaya bir kere gelmek, her insan için en önemli
gerçeklerdendir. Belli bir yaşa kadar insan bu önemli gerçeğin farkına
varamamış olabilir, ancak bunu fark ettiği anda tüm yaşamını gözden geçirmesi
ve Allah'ın kendisinden istediği şeylere göre yeniden yaşantısını düzenlemesi
gerekir. Çünkü hayat kısadır, ama insan ruhu -Allah'ın dilemesiyle- sonsuza
kadar yaşayacaktır. Sonsuzun yanında 60-70 senelik hayatın hiçbir kıymeti
yoktur. Burada az bir zevk almak için sonsuz hayatı feda etmek ise elbette
akılsızlıktır.


Andolsun onlara: "Kendilerini kim
yarattı?" diye soracak olsan, elbette:
"Allah" diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar? (Zuhruf Suresi, 87) |
Ancak bu gerçeği kavrayamayan inkarcılar, tüm
ömürlerini Allah'ı unutarak boş amaçlar uğruna tüketirler. Oysa bu boş amaçlara
bile kavuşmaları mümkün değildir. Doyumsuzluk içinde yaşarlar ve her zaman
bulundukları durumun ya da sahip olduklarının bir adım ötesini isterler. O
adıma geçince ise bir adım daha isterler sonra bir adım daha... İşte ölene
kadar tatmin olmayan böyle isteklerle ömürlerini tüketirler. Oysa arzuladıkları
güzellik ve zenginliğe dünya şartlarında kavuşmaları mümkün değildir çünkü her zaman
sahip olduklarından daha iyisi çıkacaktır karşılarına.
Örneğin, son model bir arabaya sahip olmayı şiddetle
arzulayan bir kişi düşünün. Büyük çabalar sonucunda kavuştuğu arabanın, çok
geçmeden yeni modelleri çıkacaktır ve bunlar kendisine daha cazip hale
gelecektir. Veya bu kişinin, senelerce para biriktirip, emek harcayıp bir eve
sahip olduğunu düşünün. Bir gün mutlaka kendisininkinden daha güzel bir evle
karşılaşacak ve kendi evine olan ilgisini kaybedecektir. Satın aldığı bu
malların eskiyerek, bozularak, tahrip olarak kendisine vereceği sıkıntılar ise
apayrı bir acıdır.
Oysa gerçek böyle değildir. Allah'ı
tanımayan ya da O'nu unutmuş olan
tüm bu insanlar, çok büyük ve derin bir aldanış içindedirler. Kuran'daki ifadeyle, "Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır." (Rum Suresi, 7) |
Daha güzelini ve iyisini arama, sahip olunca eskisinin
öneminin kalmaması, bir aşama sonra yeninin de eski durumuna düşmesi;
insanların tarih boyunca içinde yaşadıkları bir kısır döngüdür. İnsanın bu
gerçek karşısında durup, neden dünyanın peşinde koşmanın kendisine bir sonuç
getirmediğini anlaması ve "Bu bakış açısında köklü bir sorun var."
diye düşünmesi gerekir. Fakat insanların birçoğu, bu akıldan yoksun bir biçimde,
hiçbir zaman yakalayamayacakları hayallerin peşinden koşmaya devam ederler.
İşte bu kitapta hızla geçmekte olan ve garanti altına
alınamayan dünya hayatı her yönüyle gözler önüne serilmekte ve bu dünya
hayatının aldatıcı tüm sırları verilmektedir. Çünkü Allah müminlere, bu
gerçekle insanları uyarıp korkutmaları görevini vermiştir. Tüm insanlara da bu
dünya hayatına kanmamalarını ve Kendi rızasına uymalarını emretmiştir. Bir
ayette tüm insanlar şöyle uyarılır:

Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın... (Fatır Suresi, 5)
İnsanın Acizliği
İnsanı Allah en mükemmel şekilde yaratmış, onu pek çok üstün
özellikle donatmıştır. Yaratılmış olan tüm varlıklar içerisinde düşünme, karar
verme, akletme, düşündüğü şeyi uygulayabilme, plan kurma, sonuç çıkarma gibi
zihinsel fonksiyonlarıyla insanın üstünlüğü tartışmasız bir gerçektir.
Peki hiç düşündünüz mü, tüm bu üstünlüklerin aksine insan neden
son derece korunmaya muhtaç bir bedene sahiptir? Neden ancak mikroskopla
görülebilecek kadar küçük bakteriler, virüsler bu bedene zarar verebilmektedir?
Neden insan yaşamı boyunca sürekli bedenini temizlemek, ona bakım yapmak
zorundadır? Ve neden insan bedeni zaman ilerledikçe yıpranmakta, yaşlanmaktadır?
İnsanlar bedenlerinin acizliğini çok "doğal" bir
eksiklik olarak görürler, oysa bedendeki her acizlik belirli bir amaca göre
özellikle yaratılmıştır. İnsanın acizliğine ait her detayı Allah özel olarak
var etmiştir. Nisa Suresi'nin 28. ayetinde "... İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" hükmüyle
bu gerçeğe dikkat çekilir. İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte ne
şekilde öleceğini belirleyemez. Ayrıca bedeninde oluşan hastalıklar karşısında
da son derece savunmasız ve acizdir. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır ki, bir
kul olarak Yaratıcımız olan Allah'a karşı olan acizliğini anlayabilsin ve
dünyanın geçici bir mekan olduğunu fark edebilsin.
İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte, ne şekilde
öleceğini belirleyemez. Dahası, yaşadığı hayattan ne kadar memnun olursa olsun,
o hayatı olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecek unsurlar üzerinde hiçbir
kontrol mekanizmasına sahip değildir.

Ortalama 70-80 kiloluk bir "et ve kemik
yığını" olan beden, ince bir deri ile kaplanmıştır. Elbette bu narin deri,
kolaylıkla çizilir, yırtılır ve en ufak bir darbede morarır. Güneş altında çok
uzun bir süre kalmaya dayanamaz. Belli bir limit aşılırsa deri, önce kızarır,
sonra şişer ve su toplar. Kısacası sıcak bir havaya maruz kalan insan kendisini
mutlaka koruma altına almak zorundadır.
Allah insanları en güzel surette ve en mükemmel
sistemlerle yaratmıştır. Ancak dünyanın geçiciliğini göstermek ve hırslara
kapılmalarını engellemek için, bedeni et ve yağ gibi çok çabuk bozulabilen
maddelerden oluşturmuştur. Eğer insanın farklı maddelerden oluşturulmuş, zırh
sağlamlığında bir bedeni olsaydı, o zaman hiçbir virüs ya da mikrop, soğuk ya da
herhangi bir kaza bu zırhı delip geçmeye, zarar vermeye güç yetiremezdi. Oysa
et ve yağ açıkta bırakıldığında birkaç saat içinde kokuşan, bozulan
maddelerdir. İşte, insanın en büyük acizliklerinden biri,
"malzeme"sinin bu denli çürük olmasıdır.

İnsan, Allah'tan bir hatırlatma olarak bedeninin
acizliğini sık sık hisseder. Örneğin, soğuk havanın etkisi insan vücudunun
acizliğini bütün gerçekliğiyle ortaya koyan bir etkendir. Soğuk hava insanın
fizyolojik savunmasını yavaş yavaş felç eder. Vücudun sürekli ayar yaparak
koruduğu sabit sıcaklığının (37oC) ne kadar önemli olduğu böyle bir durumda
hemen anlaşılır. Çok soğuk bir havada bedenin yavaş yavaş çöküşü gözlenebilir.
Başlangıçta kalp ritmi hızlanır, damarlar büzülür ve atardamar basıncı
yükselir. Vücut kendisini ısıtmak için titremeye başlar. Vücut sıcaklığı 35
dereceye düştüğünde artık tehlikeli bir durum başgöstermiştir. Kalp ritmi
yavaşlamaya başlar, tansiyon düşer, kol ve bacaklarda, en çok da parmaklarda
damarlar büzülmeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye düşen bir kişide bilinç
bulanıklığı, yönelim bozukluğu, uyku eğilimi ve dikkat dağınıklığı ortaya
çıkar. Zihinsel işlemlerde aksama oluşur. Burada kuşkusuz en önemli nokta vücut
sıcaklığının sadece 1.5 derece düşmesiyle bile, böylesine önemli sonuçların
ortaya çıkmasıdır. Soğukta daha fazla kalındığında ve vücut sıcaklığı 33
derecenin altına düştüğünde ise bellek ve bilinç kaybı yaşanır. 24 dereceye
düştüğünde solunum, 20 dereceye düştüğünde beyin, 19 dereceye düştüğünde ise
kalp durur ve insan için kaçınılmaz olan ölüm gerçekleşir.
Kitabın ilerleyen sayfalarında insanın fiziksel olarak
sahip olduğu acizlikleri çok detaylı olarak anlatmaya çalışacağız. Bunu
yapmaktaki amacımız, insanın bu dünyada ne yaparsa yapsın gerçek bir tatmine
ulaşamayacağını, çünkü sahip olduğu acizliklerin buna engel olacağını fark
ettirebilmektir. Bunu fark eden insanın da gerçek yurt olan cennete yönelmesi,
bu dünyaya körü körüne bağlanmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Zira insana
vadedilen sonsuz bir cennet hayatı vardır. İleriki bölümlerde de üzerinde
duracağımız gibi cennet, hiçbir eksikliğin, kusurun, fiziki acizliğin
bulunmadığı bir yerdir. Orada insan, nefsinin arzuladığı herşeye sahip olacak;
yorgunluk, açlık, susuzluk, yaşlanma, hastalanma vs. gibi fiziki eksikliklerden
ise tamamen uzak olacaktır.
Bir diğer amacımız ise, insanın kendi acizliği
karşısında Yaratıcımız’ın üstünlüğünü, yüceliğini kavrayabilmesine ve O'na
muhtaç olduğunu anlayabilmesine yardımcı olmaktır. Nitekim Kuran'da insanların
Allah'a muhtaç oldukları şöyle bildirilmiştir:
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir
olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid
(övülmeye layık)tır. (Fatır
Suresi, 15)
ADNAN OKTAR: İnsan ne kadar aciz olursa imtihanı o kadar mükemmel olur, o kadar güzel olur, acizlikler Allah'a o kadar yaklaştırır. Mesela Allah isteseydi insanların ağzını da çiçeklerde olduğu gibi yaratırdı. Güle çok güzel bir koku verebiliyor Allah. Güle verdiği gücü insanın ağzına da verebilirdi, mesela insanın ağzı gül gibi kokardı, yüzünü yıkamasına gerek kalmazdı, çiçek gibi pırıl pırıl kalabilirdi yahut çelik parçası gibi pırıl pırıl olabilirdi. Özellikle böyle yapmıştır Allah. Dikkat ederseniz insan vücudunun her yeri bir acizdir, kulağı ayrı bir acz taşır. Gözü ayrı bir acz, tamamı ayrı, hepsi özel yapılmıştır. Halbuki bir parfümeri mağazasının önünden geçseniz çok fazla esans, parfüm gibi çeşit çeşit malzemelerin olduğunu görürsünüz.
İsteseydi onu bizim vücudumuzda da yaratırdı o tip güzel kokuları ama yapmamış, tam tersini yapıyor, halbuki mesela koltuk altında çok güzel bir koku meydana getirebilirdi Allah istese. Çünkü diğer bütün bitkilerde, sümbülde, karanfilde, menekşede, hepsinde mis gibi koku yapıyor.
Allah, cennete insanlar özlem duysun diye, özel olarak eksik yaratmıştır. Aksinde cennete özlem duymama riski oluşur. Kendindeki aczi gördükçe sürekli cennete olan isteği de artacaktır. Çünkü mesela kafamızda mükemmel bir kadın düşüncemiz vardır ama onu bulamayız, mükemmel bir müzik vardır, bir türlü onu bulamayız. Sürekli CD alıyoruz ama aradığımız müziği şimdiye kadar bulamadık biz. Aradığımız kokuyu da bulamayız çünkü mükemmelliğin hepsi cennettedir. Bilinç altımızda vardır bu, mükemmel ev de olsa, saraya gitsek de beğenmeyiz, "evimize gitsek" deriz, değil mi?
Hiç birini beğenmeyiz o anlamda. Çünkü biz cennete göre kodlandığımız için, bilinçaltımızda o cennet ve sonsuzluk düşüncesi çok güçlü bir içgüdüdür. Sonsuz yaşama içgüdüsü en güçlü içgüdüdür insanda ve dünyada tek tatmin edilmeyen içgüdüdür bu. (Adnan Oktar'ın Kanal 35'teki (İzmir) Röportajından, 18 Ocak 2009)
Asıl Yurt Ahirettir, Dünya Hem Sonlu Hem De Çok Kusurludur."
ADNAN OKTAR: ...Halbuki dünyanın yemeği çok eksiktir. Hangi yiyeceği yersen ye cennetteki gerçek yiyeceğin güzelliğini insan bilir ve hep onu arar. Hiç bir insan mükemmel yiyecekle karşılaşmamıştır şu ana kadar. Allah "Buna razı olmayın." diyor. "Cennetteki aslına ve sonsuza kadar olana razı olun, burada hayat çok kısa." diyor Allah. Ve çok az yiyebiliyor insan, en fazla birkaç tabak yiyebiliyor. Onu da fazla yerse ya kolesterolü çıkıyor, ya tansiyonu çıkıyor, rahatsızlanıyor ama cennette hadsiz yiyebilir, ucu bucağı yoktur. Sonsuz yeme gücü vardır. Sonsuz gezme gücü vardır ve sonsuz talep gücü vardır. Allah, "Ne isterseniz yaratacağım." diyor cennette ama dünyada böyle birşey yoktur onun için. Allah "Dünyaya razı olmayın, ahirete razı olun, ahireti asıl olarak amaçlayın, asıl yurt orasıdır, orası sonsuz ve kusursuzdur." diyor. Burası hem sonlu, hem çok kusurlu. "Allah'ın rızasını istiyorsanız, sonlu ve kusurlu olana razı olmayın, sonsuz ve kusursuz olanı isteyin." diyor Allah. Aklı başında bir insan da zaten sonsuz ve kusurlu olmayanı isteyecektir tabi. (Adnan Oktar'ın Ekin TV Röportajından, 19 Ocak 2009)
ADNAN OKTAR: ...Dünyaya niye bu kadar meraklı olunuyor, dünyada ne var? Çektikleri eziyeti görüyorlar, sabah kalktıklarında nelerle uğraştıklarını görüyor insanlar. Yemek yemeleri bir sorun oluyor, başka konulardan kurtulmaları ayrı sorun oluyor, borcu-harcı ayrı bir sorun oluyor.
Bir kadının bakımsız halini bir düşünün, insanın aczini düşünün. Dünyada yarı yarıya cehennem özellikleri vardır. Cennet ve cehennem özellikleri yarı yarıya konmuştur dünyaya. Dolayısıyla ahireti düşünmeyen, Allah'ın rızasını düşünmeyen insan o yarı yarıya olan cehennem özelliklerinin tamamını üstüne almış oluyor. Bu sefer dünya onun için net cehenneme dönüyor. Ama mümin, eğer sürekli Allah korkusu ve Allah sevgisiyle yaşarsa ve ölümü sürekli düşünürse, o cehennem özellikleri gözünün önünden kalkar, sadece cennet yönlerini görür dünyanın. Ve kalbi de ruhu da adeta cennet içinde olur ve çok rahat ve güzel yaşar. Onun için Müslümanlarda bir bereket, bolluk ve güzellik oluyor. (Adnan Oktar'ın Tempo Tv'deki Röportajı, 3 Mart 2009)
"Dünyadaki Eksiklikleri, Kusurları, Acizlikleri Bildiğimiz İçin Cennette Çok Zevk Alacağız."
ADNAN OKTAR: ...Uykun gelmiyor cennette, uyku yok. Özel olarak veriliyor uyku, sırf acz olsun diye verilir. Hiçbir şey yok sabah kalktığında, sabah zaten yok da, böyle hafif gölge ve gölgenin biraz daha canlanması şeklinde gece gündüz farklılığı, öyle veriliyor cennette. Hafif fluluk, bir parça fluluk sonra iyice canlanma gibi, yine fluluk ama o flulukta da çok ayrı bir tatlılık oluyor. Canlanma da ayrı bir tatlı oluyor. Oradan zaman kıyasını öyle yapıyor insanlar ahirette.
Banyo yapmak yok, makyaj yapmak yok. Mesela bir kadın için makyaj ne kadar zordur. Ciltlerinin pırıl pırıl, saçları çok mükemmel olmasını ister kadınlar ama hiçbir kadın mükemmel saçı bulamaz. Her saç kusurludur, eksiktir. "Mükemmel bir saç var ama ben onu bulamıyorum." derler. İşte cennetteki saçtır bulamadığı mükemmellikteki. Mesela mükemmel bir makyaj vardır, her makyaj yapan kadın bir türlü o makyajı bulamaz, çünkü cennettedir o ve sürekli sabittir. Hiçbir meyve bizi doyurmaz, elma yediğimizde mükemmel bir elma modeli vardır kafamızda ama bir türlü onu bulamayız. Mesela çileği bile aldığında pudra şekerine batırırlar, çünkü çilekte bir şey vardır eksik olan. İşte cennette bunlar kalkıyor.
Mükemmel elmayı görmek, mükemmel çileği görmek, makyajın sürekli olması, mesela tırnak bakımına ihtiyacı olmaması kadınların, mükemmel tırnaklarının olması, bütün vücudunun mükemmel olması, toz ve kirin hiç olmaması cennete özgüdür.
Toz, burada özel olarak, mucize olarak yaratılır. Her bir toz tanesi uzay gemisi gibidir yakından bakarsak. Elektron mikroskobunda büyüttüğünde toz tanesini muazzam bir âlem olduğunu görürsün, havada uçuyor gemi gibi toz. Ama cennette yok toz, hiçbir yerde toz olmaz. Hiçbir şekilde oluşmuyor, bozulmuyor. Şimdi bunun insanlara vereceği zevki bir düşünün. Mesela dişleri her yemekten sonra yıkamak gerekiyor. Daha yemeği yer yemez yıkamak gerekiyor. Cennette böyle bir şey yok, gıcır gıcır dişler. Cennette her seferinde dişini yıkamamasına hayret edecektir, dişini yıkamasına gerek olmamasına. Makyaj yapmaya gerek olmamasına. Ama yüz katrilyon sene geçiyor yine hayret ediyor.
100 katrilyon çarpı 100 katrilyon değil, 100 katrilyon sene bir insan söylese, bunun sonucunu bir araya getirsen ve "Ne kadar zaman geçti?" desen, "Daha dün gibi." der, çünkü Allah Katında zaman yok. Zaman algı biçimi olarak veriliyor ve dünyayı biz hiçbir zaman için unutmayacağız. Tabi ki kötü olan şeyleri unuturuz, aklımıza gelmez, cennetin vasfı bu. Onun için Allah çok titiz bir imtihandan sonra cennete alıyor. Yoksa cennetin bir anlamı olmaz. Mesela Hz. Adem (as)'ı cennete doğrudan aldı Allah, şeytan geldi daha ilk konuşmada kandırdı. Dedi ki, "Ben sana sonsuzluk ağacını, sonsuzluğu vereceğim. Sonsuzluğun ilmini vereceğim sana, imkânını vereceğim. Şu meyveden yediğinizde sonsuzluğa kavuşmuş olacaksınız. Allah size özellikle yememenizi söylüyor ki, sonsuz olmayasınız diye." Allah'a güveneceğine şeytana güvendi Hz. Adem (as) ki bu zelledir.
Peygamberlerin yaptığı hataya "zelle" denir. Hata denmez, zelle denir. Gittiler o meyveden yediler, sonsuz olacaklarını düşünerek. İnsanın ruhunda var çünkü bu istek. Hâlbuki Allah'a güvenmesi lazım, zaten cennette belli ki sonsuz olacak. Allah'ın sözüne güveneceği yerde şeytanın sözüne güvendi. Niye? Cehennem yok ortada da onun için, imtihan yok. Dünyaya inince Hz. Âdem (as) baktı her yer açık, vücudunun her tarafı açık, hemen orada yapraklarla vücutlarının açık olan kısımlarını örttüler. Bir de baktı doğal ihtiyaçları da var ve dünyanın diğer zorluklarını da gördü, bir tane iki tane üç tane değil biliyorsunuz dünyanın zorlukları. Buradaki imtihandan sonra yeniden cennete alındı Hz. Âdem (as). Şimdi git bak bakayım, ister şeytan gelsin, isterse ordusu gelsin. Desin ki, sana sonsuzluk ağacını sonsuzluk imkanını vereceğim dese, Hz. Âdem (as)'ın ne cevap vereceği belli ona. Olmaz, çünkü biz ahirete gittiğimizde cehennemi bir küçük pencereden, bir televizyon gibi düşünün, cehennemi görebileceğiz istediğimiz zaman. Onu gören bir kişinin, bu dünyadaki zorlukları gören birinin cennette garip bir hareket yapması mümkün değildir.
Cennette herşey özgürdür; kafamıza eser uçmak istersek uçarız, denizin altında yüzmek istersek yüzeriz. İstediğimiz yere gitmek istesek, anında kafamızdan geçmesiyle beraber o anda orada oluruz. Bediüzzaman: "Işık hızının üstündedir hayal hızı." diyor. Sırf hayal ettiğimizde, cennetin en uzak noktasında, anında orada oluyoruz. Anında, hayal ederek. Bu dünyada onun flu bir modeli yaratılmıştır. Mesela insan bir yemeği aklından geçiriyor hemen yutkunmaya başlıyor, ağzı sulanıyor. Hemen beyninde o yemek oluşuyor. Tadı ve kokusu da oluşuyor yaklaşık, onun için zaten ağzı sulanıyor. Bu sistemin netleşmesiyle oluşuyor, tabi fludur bu dünyada, cennette ise net olacaktır.
Bir insanın aklından geçirdiği yiyecek birden net, üç boyutlu görüntü olarak oluşur, kokusuyla, tadıyla her şeyiyle. Allah onu anlamamız için flu olarak o sistemi beynimize, ruhumuza koymuştur. Cennette bu çok nettir, mesela uçmak isteyen kafasından geçirince uçtuğunu hisseder. Hatta rüyasında da birçok insan uçar. Hayal ettiğinde de uçabilir. Denizin altında yüzdüğünü düşünür, hayal ettiğinde istediğin gibi olursun. Ahirette kafamızdan geçirmemizle yaratılması bir olacaktır, aynı bu dünyadaki beynimizde olduğu gibi ama bu fluluğun tabii biraz daha neti rüyada oluyor, ahirette tam neti olacaktır, dünya o kadar net değildir, Allah "o gün görüş keskindir" diyor. Yani biz bu dünyadan uykudan uyanır gibi uyanacağız, inşaAllah… (Adnan Oktar'ın 29 Ekim 2010 tarihli Kaçkar Tv röportajından)
Günlük hayatın akışı içinde evde, yolda, işte, okulda çeşit çeşit insan görmek mümkündür. Bu insanların önemli bir bölümü, düzgün giyimli, makyajlı, saçları taranmış, tıraş olmuş, ütülü kıyafetler giymiş insanlardır. Ancak bu görünüşlerinin bir de arka planı vardır. Bu insanlar bu düzgün görüntüyü elde edebilmek için acaba ne kadar zaman harcamak zorunda kalmışlardır?
Sabah ilk uyandığı andan gece uyuyana kadar bir insanın
uygulamak zorunda olduğu bakım çok sayıda detayı içermektedir. Uykudan uyanıp
gözünü açtığı andan itibaren ilk gideceği yer banyodur. Çünkü uyuduğu süre
boyunca ağzının içinde çoğalan bakteriler sebebiyle, hoş olmayan bir tat ve
koku ile uyanmıştır ve dişlerini fırçalaması kaçınılmazdır. İnsanın güne
başlayabilmesi için gereken işlemler bununla sınırlı değildir. Elini, yüzünü
yıkaması da zorunludur. Ancak sadece bu uzuvlarını yıkaması da yetmeyecektir.
Bir önceki gün ve gece boyunca vücudunda ve cilt yüzeyinde pek çok işlem
gerçekleşmiştir. Örneğin, saçları ve yüzü yağlanmış, saçında kepek oluşmuş,
vücudu terlemiştir. Bütün bu istenmeyen koşullardan kurtulmanın tek çaresi ise
banyo yapmaktır. Bunu yapmadığı takdirde insanın tüm bu acizlikleriyle, yağlı
saçları ve ter kokan vücuduyla insanların arasına girmesi pek hoş olmayacaktır.
İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin sağlanmasında
kullanılan malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin ne kadar çok
şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde düşünülmelidir. Örneğin,
temizlik için su ve sabunun yanında ek malzemelere de ihtiyaç vardır. Çünkü
cilt üzerindeki ölü deri tabakasını temizlemek gerekir. Her insanın, beden
temizliği yanında kıyafetlerinin, evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir
süre ayırması gerekir. Hem beden temizliğine hem evin temizliğine hem de
kıyafetlere harcanan vakit düşünüldüğünde insanın ömrünün çok büyük bölümünün
temizliğe ayrıldığı açıkça görülmektedir.

Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin önemli
bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek için çok
çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah insanı son derece
aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici olarak örtmesini, dışarıya
hissettirmemesini sağlayacak imkanları da ona sunmuştur. Ayrıca insana
temizlenmesini, acizliğini göstermemesini sağlayacak bir düşünme yeteneği de
vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer
teknik imkanları kullanmadıkları için kötü bir görünümle karşımıza
çıkabilirler. Özellikle temizlik için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu
yönde bir çaba harcamadıkları takdirde, kısa sürede son derece itici bir
görünüme bürünebilirler.
İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin
sağlanmasında kullanılan malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin ne
kadar çok şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde düşünülmelidir.
Örneğin, temizlik için su ve sabunun yanında ek malzemelere de ihtiyaç vardır.
Çünkü cilt üzerindeki ölü deri tabakasını temizlemek gerekir. Her insanın, beden
temizliği yanında kıyafetlerinin, evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir
süre ayırması gerekir. Hem beden temizliğine hem evin temizliğine hem de
kıyafetlere harcanan vakit düşünüldüğünde insanın ömrünün çok büyük bölümünün
temizliğe ayrıldığı açıkça görülmektedir.
Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin önemli
bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek için çok
çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah insanı son derece
aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici olarak örtmesini, dışarıya
hissettirmemesini sağlayacak imkanları da ona sunmuştur. Ayrıca insana
temizlenmesini, acizliğini göstermemesini sağlayacak bir düşünme yeteneği de
vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer
teknik imkanları kullanmadıkları için kötü bir görünümle karşımıza
çıkabilirler. Özellikle temizlik için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu
yönde bir çaba harcamadıkları takdirde, kısa sürede son derece itici bir
görünüme bürünebilirler.
Elbette burada anlatılanlar her insanın kendi üzerinde
görebileceği eksikliklerdir. Ancak herkes bunların bir eksiklik olduğunu
kavrayabiliyor mudur acaba? Yoksa her insan aynı acizliklere sahip diye bunları
doğal mı karşılıyordur? Elbette burada anlatılanlar tüm insanlar için
geçerlidir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah dileseydi bunların hiçbirini
insanların üzerinde yaratmazdı; her insan bir gül kadar güzel kokulu ve
tertemiz olabilirdi. Ama insanı tüm acizlikleriyle beraber yaratan Allah bunu
belli bir hikmet üzerine yapmıştır. Yaratıcımız olan Allah karşısındaki
acizliğini gören insan, O'nun kendisini davet ettiği yola uymalı; geçici ve
eksik olan bu dünyaya bağlanmamalı, sonsuz bir yurt olan ahiret için hazırlık
yapmalıdır.

"Acizlikler Dünyayı Sevmemek İçin Özel Yaratılıyor."
ADNAN OKTAR: Bir hanım kardeşimiz şöyle yazmış: "Hocam, 40 yaşına girmeye çok az kaldı." 40 yaşına gelen kadının ne hale geldiğini biliriz. Erkekler de biraz daha geç yaşlanırlar ama onlar da en fazla 50 yaşına geldiğinde çöküyorlar. 50 yaşında bir insan bilinir. Özellikle 60 yaşına geldiğinde, ne hale geldiği biliniyor. Hatta 25 yaşına gelince bile hemen genç kızlarda ciddi şekilde yaşlanma alametleri görülüyor, bayağı değişiyorlar. 27 yaşındaki bir genç kıza bakın, hemen anlaşılır. 7 senenin içerisinde, olağanüstü değişir. Mesela 20 yaşında, iki 10 sene sonra hatta 15 sene sonra, bambaşka bir insan karşınıza çıkar, çok değişir. Bu, dünyanın aczidir ve Allah tarafından özel yaratılır, dünyayı sevmeyelim diye yaratılır.
Saçını yıkamasa ne hale geleceği, kulağını temizlemese ne hale geleceği bilinir. Burnunu, ağzını, gözünü temizlemesi gerekiyor, koltuğunun altını temizlenmesi gerekiyor. Vücudunun her yerini temizlemesi gerekiyor. Vücut sürekli eskimeye ve yıkıma doğru gitmek istiyor, insan da onu sürekli ayakta tutmaya çalışıyor. Sürekli su veriliyor, yiyecek veriliyor bedene ölmesin diye. Sürekli vitamin veriliyor, antibiyotik veriliyor. Vermezse, ölüyor. Bir vitamin eksik olduğunda yine ölebiliyor. Isısına dikkat etmek gerekiyor, uykusuna dikkat etmek gerekiyor. Birkaç gün uyku uyumazsa, bütün dengesi bozulur. Her yeri acz içindedir. Gün 24 saat ama 8 saati uykuda geçiyor. 8 saat de çalışıyor. Geriye de bir şey kalmıyor. Allah özellikle böyle yaratmıştır. Mesela bazı hanımlar makyaj yapmadıklarında tanınmayacak hale geliyorlar neredeyse. Yüzü makyajla anlam kazanıyor. Allah özellikle acz içerisinde yaratmıştır. Makyajsız kadınla, makyajlı kadın arasında dağlar kadar fark vardır. Sabah kalkmış bir kadını makyajsız olarak görse "Bu o mu?" der. Aczidir bu.
Binbir türlü acz meydana getiriyor Allah. Her azasında, her organında bir acizlik meydana getiriyor ve insan ölmemek için, sürekli çaba harcıyor. Allah öyle yaratmıştır. Hemen akabinde de ölüyor zaten. Bütün gayretine rağmen, sonunda ölüme kendini bırakıyor. Kurs yeri burası, imtihan yeri ve vakit çok kısa. Burası eğlence yeri değil ki, burası imtihan yeri. Bunu fark ederse, gönlü cennet gibi olur, çok rahat eder. Allah onu çok rahat ettirir. Ama burayı eğlence yeri olarak görürse, Allah, onun burnundan fitil fitil getirir, adeta sürünür. Dünya kaçar o kovalar, dünya kaçar o kovalar ama o, dünyadan kaçarsa dünya onu kovalamaya başlar ve çok rahat eder. Allah'ın yarattığı kanundur bu. "Ben, Allah'a rağmen eğleneceğim" diyorsa adam, o olmaz işte, sürünür. Haşa "Allah'a meydan okuyarak eğlenirim" diyorsa perişan olur. Allah'a tam teslim olunarak rahat yaşanabilir, mutlu yaşanabilir. Biz rahat, mutlu yaşamak için değil, Allah'ı sevdiğimiz için Allah'a teslim oluruz, inşaAllah. (Adnan Oktar'ın 2 Haziran 2011 tarihli A9 Tv ve Samsun Aks Tv röportajından)
"Bilinçsiz" 15 Yıl
Her insan gün içinde belli bir zamanı uyuyarak geçirmek zorundadır. Ne kadar çok işi olsa da, ne kadar istemese de belli bir süre sonra uyuması ve bedenini dinlendirmesi, gününün en az dörtte birini bir yerde yatarak geçirmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde hayatını sürdürmesi imkansız hale gelir. Her gün yaşadığı 24 saatin aslında en fazla 18 saatini şuurlu olarak geçirir, geri kalan minimum 6 saatlik uykuda bilinci tamamen kapalıdır. Bu açıdan bakınca karşımıza şöyle çarpıcı bir rakam çıkar: Ortalama 60 senelik bir yaşamın en az dörtte biri yani 15 senesi "bilinçsiz" olarak geçmektedir.
Peki uykunun başka bir alternatifi var mıdır?
"Ben uyumak istemiyorum" diyen insan uyumamayı başarabilir mi?
İki gün uyumayan insanın gözleri kanlanır, cildi
bozulur, rengi solar. Bu süre daha da uzayacak olursa, şuur kaybına kadar
varabilecek ciddi rahatsızlıklar oluşur. İnsan istese de istemese de bir günün
sonunda mutlaka gözleri kapanır, dikkati dağılır ve kendini birdenbire uykuya
dalmış halde bulur. Bu kaçınılmazdır; en güçlüsünden en zayıfına, en güzelinden
en çirkinine, en zengininden en fakirine; bu acizlik, herkes için değişmez bir
kuraldır.
Uykunun hemen öncesinde, vücut adeta ölür gibi
duyarsızlaşmaya başlar, hiçbir şeye tepki veremez hale gelir. Biraz önce sesi
duyan ve algılayan kulaklar, fiziksel açıdan sağlam bir durumda olmalarına
rağmen duyamaz, fonksiyonlarını yerine getiremezler. Beden bütün faaliyetlerini
minimum seviyeye indirir, dikkat azalır, konsantrasyon düşer, hareketler
yavaşlar. Ölümü ruhun bedenden ayrılması olarak tanımladığımıza göre, uyku da
bir tür ölümdür. Çünkü insanın bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda ruhu çok
farklı bir mekanda, çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki kendisini
deniz kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an odasındaki
yatağında sakince yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu bu dünyada
kullandığı bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya taşır.

Çünkü insanın bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda
ruhu çok farklı bir mekanda, çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki
kendisini deniz kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an
odasındaki yatağında sakince yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu
bu dünyada kullandığı bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya
taşır.
Uyku
ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da da vurgulanır. Bir ayette "sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç
yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya
kadar onda sizi dirilten O'dur" şeklinde
buyrulmaktadır. (Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi
anlatıldığı bir başka ayet ise şöyledir:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır;
ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm
kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar
salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler
vardır. (Zümer Suresi, 42)
Uyku
ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da da vurgulanır. Bir ayette "Sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç yetirip
etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda
sizi dirilten O'dur." şeklinde
buyrulmaktadır. (Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi
anlatıldığı bir başka ayet ise şöyledir:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır;
ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm
kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar
salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler
vardır. (Zümer Suresi, 42)
Uyku nedeniyle insanlar hayatlarının dörtte birini
algıya dair hiçbir fonksiyonlarını yerine getiremez bir durumda yani
"ölü" halde geçirdikleri halde, bunun anlamını pek düşünmezler.
Uykuya dalmaları ile birlikte dünyada kendileri için önemli olan ne varsa bir
kenara bıraktıklarını hiç akıllarına getirmezler. Oysa insan uykuya daldığı an,
o gün içerisinde kazandığı para, girdiği önemli bir sınav, aldığı güzel bir
hediye artık onun için hiçbir şey ifade etmez. Bu, bir nevi dünya ile hiçbir
bağlantısının kalmaması anlamına gelir.
Buraya kadar verilen tüm örnekler, insan hayatının
aslında ne kadar kısa olduğu ve ne kadar "zaruri" işlerle
geçirildiğini anlatmaktadır. Bu hayattan, zaruri işlere harcanan tüm zamanları
çıkardığımızda; bir insanın eğlendiğini düşündüğü, isteklerini yapabildiği,
"dünyada istediğim gibi yaşıyorum" diyebildiği anlar son derece
azdır. Geriye dönüp baktığında, sadece beslenmeye, giyinmeye, temizlenmeye,
uyumaya ve daha iyi şartlarda yaşamak için çalışmaya harcadığı yılları kapsayan
çok uzun bir zaman dilimi ile karşı karşıya kalır.
İnsanın dünyada geçirdiği zamanla ilgili hesaplamalar
kuşkusuz düşündürücüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi ortalama 60 yıllık bir
ömrün en az 15-20 yılı kesin olarak uykuda geçmektedir. Geriye kalan 40-45
senenin ise ilk 5-10 yılı çocukluktan kaynaklanan bir şuursuzluk dönemidir.
Yani 60 yıl yaşayan bir insan aslında bu yaşamının yarısını "şuursuz"
olarak geçirmektedir. Diğer yarısıyla ilgili ise pek çok rakam verilebilir.
Örneğin, çok uzun bir zaman dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve
çevresini temizleyerek, trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak geçmektedir. Bu
örnekleri çok fazla arttırabiliriz. Sonuçta ortaya çıkan gerçek ise
"koskoca ömür"den geriye, doğal ihtiyaçlarını karşılaması dışında,
belki 3-5 senelik bir vaktin kaldığıdır. Peki bu kadarcık bir zamanın sonsuz
hayat yanında nasıl bir değeri olabilir?
İşte bu noktada gerçek iman sahibi insanlar ile
inkarcı insanlar arasındaki büyük fark ortaya çıkar. İnkarcı insan hayatının
yalnızca bu dünyada yaşadığı yıllardan ibaret olduğunu sanmıştır. Ve "göz
açıp kapayıncaya kadar" geçen dünyanın kendince "tadını çıkarmaya"
çalışır, ama boşuna yorulur. Çünkü baştan beri anlattığımız gibi bu dünya hem
çok kısadır, hem de çok sayıda eksikliklerle doludur. Dahası, Allah'a güvenip
dayanmadığı için, dünyanın bütün sıkıntılarının, endişe ve korkularının acısını
çeker.
İman sahibi olan insan ise, tüm hayatını Allah'ın
rızasını kazanmak için çalışarak geçirmiş, Allah'a teslim olmanın huzuru
sayesinde dünyanın tüm korku ve hüzünlerinden kurtulmuş ve sonuç olarak da
sonsuz bir mutluluk yurdu olan cenneti kazanmıştır. Nitekim insanın dünyada
bulunuş amacı nasıl davranışlarda bulunacağının sınanmasıdır. Allah güzel
davranışlarda bulunanlara dünyada ve ahirette güzellik vadetmiştir:
>(Allah'tan) Sakınanlara:
"Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu
dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler,
onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte
Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)
İnsan dünya hayatında uyuma, acıkma, terleme, üşüme,
yaşlanma gibi birçok acizlikle boğuşurken cennete gittiğinde bedeninden tüm bu
acizlikler kaldırılır. Cennete uyku yoktur, insanı bedenen sıkıntıya düşürecek
hiçbir zorluk yoktur. Tam tersine insan daima zindedir, tüm şartlar onun
bedeninin rahat etmesi için Allah tarafından mükemmel bir şekilde
ayarlanmıştır. Cennette insanın tam rahat edeceği şekilde ılık bir hava,
birbirinden güzel ve lezzetli yiyecekler, içecekler, meyveler durmaksızın
sunulur. Doyma, acıkma, susama hislerinin hiçbiri yoktur. Dolayısıyla dünyada
sürekli acizlikle imtihan olan insan cennete gittiğinde tüm bu acizliklerin
özel olarak, cennetin kıymetini bilmesi için yaratıldığını anlar.
ADNAN OKTAR: 45. ayet, Zümer Suresi. "Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır." "Allah birdir, Allah var" diyorsun, adamı kan boğuyor adeta, bunalıyor Allah'tan bahsedince. "Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar." "Modadan, eğlenceden vs. bahsettin mi onlar açılır" diyor, "içleri açılır, ferahlarlar" diyor Allah ayette.
42. ayet; "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda..." Demek ki insanların uykusunda da canları alınıyormuş. Hz. İsa (as)'ın da uyku halinde göğe çekilmesinde de canı alınmıştı. "Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar," mesela biri uyuyor, ölüm kararı verildiyse onun ruhunu Allah bırakmıyor. Sabaha ölüdür o. "... öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir." Sabah uyandıysa canı geri verilmiştir. "Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." diyor Allah.(Adnan Oktar'ın 10 Ocak 2010 tarihli TV Kayseri ve Kanal 35 röportajından)
"Cennette Uyku Yoktur."
ADNAN OKTAR: Cennette uyku yoktur, yorulma diye bir şey yoktur yani sonsuza kadar insan yorulmaz, sonsuza kadar uykusu gelmez. Uyku mucize olarak dünyada veriliyor ki uykunun oluşması zaten mucizedir. Dünyada da uykunun olmaması gerekirdi çünkü dışarıda bedenimiz var ama biz aslında görüntü olarak oluşturuluyoruz. Tabi ki görüntüde insanın uyuması için de bir sebep yoktur. (Adnan Oktar'ın 28 Ocak 2009 tarihli Tempo TV'deki röportajından)

Ortalama 60 yıllık bir
.mrün en az 15-20 yılı uykuda geçer. Geriye kalan 40-45 senenin ise ilk 5-10
yılı çocukluktan kaynaklanan bir şuursuzluk dönemidir. Çok uzun bir zaman
dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve çevresini temizleyerek,
trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak vs. geçer. Sonuçta "koskoca
ömür"den geriye doğal ihtiyaçların karşılanması dışında 3-5 senelik bir
vakit kalır.
Hastalıklar ve Kazalar
İnsana acizliğini
hatırlatan olaylardan biri de hastalıklardır. Son derece iyi korunmuş olan
beden, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsten veya mikroptan ciddi
şekilde etkilenir. Bu noktada biraz düşünüldüğünde aslında bedenin güçsüz
düşmesinin makul olmadığı fark edilebilir. Çünkü Allah insan vücudunu son
derece kusursuz sistemlere sahip olarak yaratmıştır. Özellikle de insanın
savunma sistemi, düşmanlarına karşı son derece "güçlü bir ordu"
olarak nitelendirilebilir. Ama insanlar tüm bunlara rağmen sık sık
hastalanırlar.
Düşünmek gerekir ki, bedene bu son derece üstün sistemleri
yerleştiren Allah dileseydi insan hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Virüsler,
mikroplar, bakteriler onu hiç etkilemeyebilirdi, ya da bu özel hazırlanmış
küçük "düşmanlar" hiç var olmayabilirdi. Oysa her insan son derece
küçük sebepler yüzünden önemli sonuçlar doğuran hastalıklara yakalanabilir.
Örneğin, ciltteki küçük bir yaradan vücuda girebilecek tek bir virüs, bedenin
tamamını kısa sürede sarabilir. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, en
basit bir grip virüsü bile çok rahat şekilde insana zarar verebilir. Tarihte
bunun örnekleri çok sık görülmektedir. Örneğin, 1918'de İspanya'da yaşanan bir
grip salgınında 25 milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Yine 1995'te Almanya'daki
bir salgın ise 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. 1347-1351 yılları
arasında Avrupa'da büyük yıkıma yol açan veba salgınında yalnız Avrupa'da 20
milyon insan ölmüştür.
Teknoloji ve sağlık alanında dünya çapında gelişme yaşanmasına
rağmen günümüzde de hastalıklara ve kazalara çok sık rastlanmaktadır. Elbette
bunları doğal karşılayıp üzerinde düşünmeden geçmek büyük bir hata olacaktır.
Diğer tüm acizlikler gibi hastalıkları da insana Allah imtihan olarak verir.
Büyüklenme eğiliminde olan insan, bu vesileyle ne derece güçsüz olduğunu
görebilir. Ayrıca yine bu şekilde dünyanın eksikliğini ve gerçek yüzünü de
kavrayabilir.
Hastalıkların yanısıra, insanın dünyada karşı karşıya olduğu
tehlikelerden biri de kazalardır; öyle ki her gün televizyonda ve gazetelerde
pekçok örnek yer alır. Pek çok insan ise bir gün kendi başına da böyle bir kaza
gelebileceğine ihtimal vermez. Oysa gün içinde kazaya neden olabilecek çok
fazla sebep vardır. Örneğin, düz yolda yürürken ayağı takılıp düşen ve beyin
kanaması geçiren insanları mutlaka duymuşsunuzdur. Veya evinin merdivenlerinden
inerken aniden düşen ve bacağını kırıp aylarca yataktan kalkamayanları, yediği
yemek nefes borusunu tıkadığı için boğulanları da. Bunların tümü çok küçük
sebeplere bağlıdır ve her gün dünya üzerinde binlerce kişinin başına rahatlıkla
gelebilmektedir.

Hastalıklar Allah tarafından özel olarak yaratılarak insana imtihan olarak verilir. Bu vesileyle insan Allah'ın huzurunda ne derece güçsüz olduğunu görebilir.
Bahsedilen gerçekler karşısında insan, dünyaya
bağlılığının ne derece anlamsız olduğunu düşünmelidir. Sahip olduğu şeylerin
aslında denenmesi için ve geçici olarak kendisine imtihan olarak verildiğini de
mutlaka fark etmelidir. Daha kendi vücudu içerisinde gezen tek bir mikroba güç
yetiremeyen, önündeki basamağı hesaplayamadığı için hayati tehlikeye düşebilen
bir insan nasıl olur da herşeyi yaratan Rabbimiz'e karşı acizliğini göremeyerek
büyüklenebilir?
Elbette insanı yaratan Allah'tır ve onu tüm tehlikelerden
koruyan da yalnızca O'dur. İnsan ne kadar kendini büyük görürse görsün,
Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir yarar elde etmeye veya zarardan
korunmaya güç yetiremez. Allah dilerse hastalık verir, dilerse aczini
hatırlatacak türlü eksiklikleri insan bedeninde yaratır, dilediği anda da
verdiği tüm bu acizlikleri anında kaldırmaya kadirdir. Mutlaka bilinmesi
gereken gerçek, doktorun ve ilaçların hastalığın geçmesine sadece vesile
olduklarıdır. Asıl şifayı veren Allah'tır. Allah dilemediği takdirde hasta olan
insan isterse dünyanın en ünlü doktoruna gitsin, en iyi ilaçları kullansın,
yine de şifa bulamaz.
Dünya hayatında hastalıklarla, kazalarla sürekli
imtihan edilen insanların çoğu yine de tutkuyla dünyaya bağlanırlar. Allah'ın
onlara dünya hayatının geçiciliğini kavramaları için bu zorlukları ve
sıkıntıları yaşattığını görmezden gelirler. Kimi başına gelen zorlu imtihanlar
sonucunda daha da kibirlenir ve öfkeye kapılır. Neden dünyada bu kadar insan
varken kendisinin kanser olduğunu veya trafik kazası geçirip sakat kaldığını
sorgulayıp durur. İsyanı ve büyüklenmesi onu giderek dinden ve Allah'tan
uzaklaştırır. İşte böyle bir insan imtihanın sırrını hayatı boyunca
kavrayamamıştır.
Sonuç olarak en başta da belirttiğimiz gibi dünya,
Allah'ın yarattığı bir imtihan yeridir. Her insan dünyada Rabbimizi razı edecek
iyi işler yapmakla sorumlu tutulmuştur ve bu yönde denenmektedir. Bu denemenin
sonunda Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlar, güzel ahlak gösterenler ve bunda
kararlı olanlar sonsuza kadar cennette yaşamaya hak kazanacaklardır. Ama
büyüklenmede direnenler ve birkaç on yıllık dünya hayatını sonsuz hayatlarına
tercih edenler ise dünyada da ahirette de eksikliklerden, acizliklerden,
sıkıntılardan kurtulamayacaklardır.
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve
bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz.
Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara
Suresi, 155)
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi,
şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize
döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)
Sayın Adnan Oktar'ın Nisa Suresi'nden Açıklamaları: "Çok Fazla Acizliği, Hastalığı Olmasına Rağmen İnsanların Birçoğu Delicesine Dünyaya Bağlıdır."
ADNAN OKTAR: ... "Bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır. (Nisa Suresi, 77)" 'Dünyada bir şey yok' diyor Cenab-ı Allah. Ne var dünyada görüyorsunuz. Binbir uğraşıyla ayakta duruyor insanlar. En az sekiz saat uyuması gerekiyor, günün yarısı neredeyse. Elini yüzünü yıkıyor, dişlerini yıkıyor, yemek yemesi şart, ayakta duramıyor, su içmesi lazım. Su içiyor, yemek yiyor yine canlanamıyor. Aczin önü sonu yok. Mesela beli ağrıyor, sırtı ağrıyor, grip oluyor, nezle oluyor, hava sıcak oluyor, kapıyı açtırıyor, bu sefer hava soğuyor kapattırıyor, saçını yıkaması gerekiyor, kirleniyor, saçı dökülüyor, yemek yiyor, kilo alıyor, kilodan kurtulmaya çalışıyor veya yemek yediği halde kilo alamıyor. O kadar çok acz vermiştir ki Allah dünyadan vazgeçsinler diye, binlercedir, önü sonu yok. Mesela böbreğinde taş da olabilir, kanser de olabilir, ur da olabilir. Midesi ağrıyor, midesinde ur da oluşabiliyor, kanser de oluşabiliyor, bir bakterinin meydana getirdiği enfeksiyon da olabiliyor, mide asidinin herhangi bir şekilde artması da olabiliyor, sinirsel de olabiliyor. Bakın aczin önü sonu yok.
İnsanların büyük bölümünün gözü bozuktur, ya miyop ya hipermetrop ya astigmat mutlaka bir şeyler oluyor. Çok nadirdir gözü sağlam olan. Kulağında ayrı bir sorun oluyor, orta kulak enfeksiyonu oluyor, sinüzit olan insanların haddi hesabı yok. Müzmin baş ağrıları olabiliyor. Allah dünyadan vazgeçsinler diye veriyor bunları. Astım hastalıkları, alerji hastalıkları gençlerde o kadar çok yaygın ki. Kolesterolleri yüksek, kalp damarları tıkalı ama bütün bunlara rağmen bakın nasıl delicesine ve şımarıkçasına dünyaya bağlı insanların birçoğu.
Sabaha kadar sayarım insanın acizliklerini. "Dünyanın metaı azdır" diyor Cenab-ı Allah, "Ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Nisa Suresi, 77)" Cenab-ı Allah diyor ki: "Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)" En kaliteli hastanenin, en kaliteli odasında yatsa da, en iyi ilaçları alsa da yine kurtulamaz, ölüm onu her yerde bulur. "Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir" derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi, 78)"
"Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. (Nisa Suresi, 79)" Mesela gece-gündüz içki içiyor, Allah yasaklamış ama içiyor, tansiyonu çıkıyor, ölüyor. Çünkü alkol müthiş tansiyonu yükseltir. Dolayısıyla Kuran'ın neresini açsak, Allah yolunda cehd yani gayret etmek, Allah'ın dinini, Kuran ahlakını hakim kılma düşüncesi var." (Adnan Oktar'ın 4 Şubat 2011 tarihli Kaçkar Tv röportajından)
Hastalık Ve Kazaların Getirdiği Sonuçlar
![]() |
Daha önce de vurguladığımız gibi, hastalıklar ve kazalar Allah'ın insanları denemek için yarattığı olaylardır. İman eden bir insan başına gelen bu tür bir olay karşısında dua edip, Allah'a yönelir ve bilir ki Allah'tan başka kendisini kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Böyle bir olayla onun sabrını, sadakatini, tevekkülünü deneyen Allah'ın, ahirette de kendisine en güzel karşılığı vereceğini umar. Nitekim Kuran'da, Hz. İbrahim (as) bu konuda güzel tavrıyla ve samimi duasıyla örnek gösterilmiştir. Müminlere düşen de bu samimiyeti örnek almaktır. Hz. İbrahim'in duası şöyledir:
Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur.(Şuara Suresi, 79-81)
Hz. Eyüp (as) ise, kendisine isabet eden şiddetli bir acı ve hastalık karşısında yine Allah'a sığınmış ve bu tavrıyla tüm müminlere örnek olmuştur:
Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o:
'Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu' diye Rabbine
seslenmişti.(Sad Suresi, 41)
Bu tür sıkıntılar müminlerin Allah'a olan
bağlılıklarının, olgunluklarının artmasını sağlar, onlar için birer güzellik
olur, hayra dönüşür. İnkarcı bir insan için ise her türlü kaza ve hastalık bir
beladır. Başına gelenlerin belli bir hikmetle yaratıldığını, ahirette karşılığının
olacağını düşünmediğinden büyük bir sıkıntı içine girer. Üstelik bu belanın
maddi sıkıntıları yanında bir de manevi sıkıntıları vardır. Çünkü Allah'ı inkar
eden bir sistemde yaşayan insanların değer yargıları tamamen maddiyata göredir.
Herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu sakat kalan kişi, önceden ne kadar
sevilen, sayılan biri olsa da, eli ayağı tutmadığı için eski
"dost"larının çoğu artık yanında olmayacaktır. Güzel bir insan
güzelliğini, güçlü bir insan gücünü kaybettiğinde gördüğü değer azalacaktır.
Bunun sebebi, dinden uzak yaşayan toplumlarda insanların birbirlerini sadece
maddiyata göre değerlendirmeleridir. Dolayısıyla kişi maddi olarak zarara
uğradığında insanların gözündeki değeri de yok olur.
Örneğin, sakat kalan birinin eşi ya da akrabaları çok
büyük olasılıkla bundan şiddetle yakınmaya başlayacaklardır. Çevrelerine ne
kadar sıkıntıda olduklarını anlatacaklardır. Kimisi gençliğini öne sürecek ve
kendince bu yaşta böyle birşeyi hak etmediğini, daha "hayatının
baharında" bunun başına geldiğini söyleyecektir. Bunun sonucunda da hasta
kişiye yeterli ilgiyi göstermemesi konusunda etrafındakilerin kendisine hak
vermesini bekleyecektir. Bir kısım insanlar da kendilerine kalsa hasta kişiyi
hemen bırakıp gitmek isterken, sadece toplum tarafından ayıplanma korkusu
sebebiyle bunu yapamayacaktır. Hasta kişiye sağlıklı iken verilen sadakat ve
vefa sözleri, yerini egoist, bencil ve çıkarcı düşünce ve sözlere bırakmıştır.

Sadakat ve vefanın çok kısa süreli olduğu böyle bir sistemde yaşanan bu tarz olaylara şaşırmak da aslında yanlıştır. Çünkü insanları sadece maddesel kıstaslarla değerlendiren ve en önemlisi Allah korkusu olmayan bir insandan sürekli sadakat beklemek mümkün değildir. Karşılığını ahirette alacağına inanmayan bir insanın iyi davranışlarda bulunması, kendi çarpık mantığına göre bir "enayilik"tir. Çünkü birkaç on yıl içerisinde ölümle birlikte sonsuza kadar yok olacağına inandığı bir insana fedakarlık yapıp sadakat göstermesinin cahiliye kültürüne göre bir anlamı yoktur. Zaten her ikisi de kısa süre yaşayıp yok olacakları inancındadırlar, dolayısıyla bir tercih yapılması gerektiğinde de kendi çıkarlarını, rahatlarını düşüneceklerdir.
![]() |
Oysa Müslümanlar için durum son derece farklıdır. Allah'a iman eden, O'na karşı aczini bilen ve O'ndan korkan insanlar birbirlerini de Allah'ın emrettiği özellikler doğrultusunda değerlendirirler. İnsanın en önemli özelliği "takvası" yani Allah'a olan korkusu, saygısı ve bundan dolayı sahip olduğu asalet ve güzel ahlaktır.
Bir kişi bu özelliklere sahipse, dünyada fiziksel olarak birtakım kusurları bulunsa da ahirette sonsuza kadar güzellik içinde yaşayacaktır. Bu, Allah'ın inananlara vaadidir ve bunu bilen müminler de birbirlerinin eksikliklerini, kusurlarını şefkatle karşılar, son derece sadakatli ve vefalı olurlar.
İşte bu büyük fark, içinde yaşadıkları cahiliye kültürünün inkarcılara bir cezasıdır. Aynı zamanda Allah'ın Kendisini inkar edenlere dünyada verdiği büyük bir beladır. Dünyada hevasının isteği doğrultusunda yaşayıp, işlediklerinin hesabını vermeyeceğini sanan kişi ahirette büyük bir şaşkınlık yaşayacaktır. Orada dünyada gösterdiği zalimlik, vefasızlık, sadakatsizlik ve bunlar gibi tüm kötü ahlak özelliklerinin hepsinden tek tek hesaba çekilecektir. Allah inkar edenlerin dünyada gösterdikleri çirkin tavırların onların aleyhine olduğunu şöyle bildirmiştir:
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.(Al-i İmran Suresi, 178)
"Allah Sevgisi Olmadığında, Şefkat, Merhamet, Sabır Olmaz. Materyalist Zihniyette Sevgisizliğin, Egoistliğin Acısı En Şiddetli Şekilde Yaşanır."ADNAN OKTAR: Şimdi bir erkek kadını Allah için sevmezse, Allah için muhabbet duymazsa, Allah'ın tecellisi olarak onu görmezse, onu bir et kemik yığını olarak, makine gibi; bulaşık yıkayan, yemek yapan, evi süpüren, ütü yapan, zaman zaman da ihtiyaçlarını giderdiği bir et parçası gibi görürse, ona değer vermemiş olur. Saygı da duymaz, dolayısıyla içinde bir öfke oluşur. Kimileri kadını tüketici bir varlık gibi, bir et yığını gibi görüyor. Kadın sevilip sevilmediğini çok iyi bilir. Özellikle samimi olarak sevilmediğini çok iyi bilir. Bunu fark ettiğinde de bir öfke meydana gelir. Karşılıklı bir nefret oluşur. O onu Allah'ın tecellisi olarak görmüyor, o da onu Allah'ın bir tecellisi olarak görmüyor.
Dolayısıyla ona ne bir vefa, ne bir sadakat, ne bir koruma hissi, ne şefkat duyar; zaten onun aczini de görüyor. Bakıyor ki o kişi sabah kalkıyor aczi ortada. Uykusuz kaldığındaki halini görüyor. Grip, nezleyken halini görüyor veya doğum yaptığındaki halini görüyor. İçinde tahammül edilmez bir nefret meydana geliyor.
İlk önce hemen evini ayırıyor, yüzünü görmeye dahi tahammül edemiyor. Nasıl olur böyle birşey? Allah rızası için seninle evlenmiş, o kişi kendini sana teslim etmiş. Dünyada, ahirette senin kardeşin olmuş. Artık senin çocuğun gibi olmuş, parçan, etin, kemiğin o senin. Nasıl ayrılırsın sen onunla? Sokağa atıyor, nereye gittiğinden de haberi yok ya da ne yaptığından. Ne yiyecek, ne içecek? Başına ne gelir? Ne olur? İnsan nasıl kıyar? Nasıl sokağa atar onu?
Allah korkusu olmadığında, Allah sevgisi olmadığında bu tip olaylar olabiliyor. Bazen başka nedenlerden de oluyor ama genelinde bu durum var. Şefkatle, merhametle yaklaşması mümkün olmuyor o zaman.
Her gün boşanmalar yaşanıyor, boşanma insanın ağzına en son alacağı sözdür. Daha evlenir evlenmez, on beş gün geçmeden boşanma muhabbetine başlıyorlar. İnsan ağzına alır mı öyle bir sözü? Ne kadar korkunç. Sokağa atmak ne demektir? Çok acı bir olaydır. Kökeninde materyalist eğitim var, Darwinist eğitim var, ateist eğitim var. Sonucunda da böyle şefkatten, merhametten uzak bir kısım insanlar oluşuyor.
Bunlar hep dinden uzak olmak, Allah sevgisinden uzak olmak, Allah aşkıyla sevememekten kaynaklanıyor. Allah'ın tecellisi olarak Allah aşkıyla sevsen, insanın ruhunda ikinci bir güç vardır. Derin bir güç. O şehvetle, ya da başka hiçbir şeyle yıkılmaz. Daha fazla seversin. Daha aşkla seversin, özel bir güçtür. Bu devreye girer. Ama o olmadığında manevi gücü olmadığı için sevemiyor ve itici geliyor ona.
Özetle, Allah için sevmek dünyanın bir süsü ve güzelliğidir. Allah bizi öyle yarattı. Allah için aşkla, tutkuyla sevecek şekilde yarattı bizi, Allah'ın tecellisi olarak. Bunu yapmadığımızda mutlaka ama mutlaka felaketle karşılaşırız. Sevgisizliğin, egoistliğin acısını en şiddetli şekilde yaşarız Allah vermesin. Onun için materyalist kafadan şiddetle kaçınıp, Kuran ahlakıyla, Kuran sevgisiyle, Allah sevgisiyle, Allah'ın tecellisi olarak sevmek çok hayati bir konudur. İnşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın 4 Temmuz 2010 Tarihli HarunYahya.TV Röportajından)
YAŞLILIK

Zamanın yıpratıcı etkisi herşeyde gözle görülür
biçimde fark edilir. En son model diye alınan bir araba birkaç sene içinde
çizilir, arızalanır ve kaçınılmaz olarak eskir. Çok beğenilen bir ev, 5-10 sene
sonra (eğer bakım yapılmazsa) boyaları dökülmüş, eski görünümlü bir harabeye
dönüşür. Ancak tüm bunların yanında en büyük yıpranmaya insan kendi bedeninde
şahit olur. Geçen yıllarla birlikte insanın çok değer verdiği bedeni, geri
dönülemez bir biçimde hasar görür. İnsanın belirli bir zaman süreci içinde
geçirdiği bu değişiklik Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Allah sizi bir za'ftan yarattı, sonra
(bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f
ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O, bilendir, güç yetirendir. (Rum Suresi, 54)
Yaşlılık çoğu zaman, düşünülmek istenmeyen, hayata
dair planlara dahil edilmeyen bir dönemdir. İnsanların çoğu fiziksel birtakım
acizlikler içinde geçirecekleri yaşlılık dönemini mümkün olduğu kadar
akıllarına getirmemeye çalışır. Zaman zaman konusu açıldığında ise çok şiddetli
bir korkuya ve endişeye kapılırlar, ama kısa bir süre içinde yine hiçbir şey
yokmuş gibi günlük yaşamlarına devam ederler. Yaşlanacaklarını akıllarına
getirmek istememelerinin en büyük nedenlerinden biri, bu düşüncenin dünyada
sonsuza dek yaşayamayacaklarını kendilerine hatırlatıyor olmasıdır. Bu yüzden
eninde sonunda karşılaşacaklarını bilseler de yaşlılığı çok az düşünürler.
Önlerinde uzun seneler olduğunu, yaşlanmanın ve ölümün çok ileride olacağını
varsayarlar. Kuran'da kimi insanların içerisine düştüğü bu yanılgı açıkça
belirtilmiştir:

Evet Biz onları ve atalarını
yararlandırdık; öyle ki ömür onlara
(hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi… (Enbiya Suresi, 44)
(hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi… (Enbiya Suresi, 44)
Bazı insanların içine düştüğü "yaşlılığı uzak
görme yanılgısı" onları hayatları boyunca oyalar. Çünkü kaç yaşında olursa
olsun yetişkin her insan şeytanın kandırmasına uyup daha önünde çok uzun bir
ömür olduğunu zanneder. Oysa yıllar hızla akıp geçer. Dönüp geride kalan
hayatına baktığında aklında belli-belirsiz hatıraların kaldığını görür.
Çocukluk ve gençlik dönemlerinde başından geçen iyi ve kötü olayları, onu
heyecanlandıran şeyleri, aldığı önemli kararları, hırsını yaptığı, ulaşmak için
yıllarını verdiği amaçları, daha sonra zorlukla hatırladığında, onun için hepsi
birer anıdan ibarettir. Bu nedenle çoğu zaman "koca bir hayatı" anlatmak,
en fazla birkaç saat alır. İyice yaşlanmış ve ölümün kıyısına gelmiş insanların
hangisine sorarsanız sorun, ömrün bir göz çarpması gibi son derece kısa ve
hızlı geçtiğini söyleyecektir.
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak
yeryüzünde ne kadar kaldınız?"
Dediler ki: "Bir gün ya da bir
günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor."
Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman)
kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," (Mü'minun Suresi, 112- 114)
Sadece birkaç saniye düşünerek kavranabilecek bu
gerçek, insanı hayatının hangi döneminde olursa olsun durup bir karar almaya
sevk etmelidir. Örneğin, 40 yaşında olan bir insan 65 yaşına kadar yaşamayı
umuyorsa bilmelidir ki önünde kalan 25 sene, geçirdiği 40 sene kadar çabuk
geçecektir. Aynı kişi 90 yaşına kadar da yaşayacak olsa, değişen hiçbir şey
olmayacaktır. Çünkü önünde kalan yıllar uzun da olsa, kısa da olsa eninde
sonunda tükenip sona erecektir. İşte bu noktada insanın yaşlanması, dünyanın
geçici bir mekan olduğunun en keskin hatırlatıcılarındandır. İnsan ne yaparsa
yapsın, bu dünyadan bir daha geri dönmemek üzere ayrılacaktır.
O halde insan, ön yargılarını bir kenara bırakıp kendi
hayatı hakkında daha gerçekçi düşünmelidir. Öncelikle belirttiğimiz gibi zaman
çok hızlı geçmekte ve geçen her gün insanı daha genç ve dinamik bir yapıya
değil, ayette bildirildiği gibi "bir za'fa" düşürmektedir. Kısacası
yaşlanmak, insanın acizliğinin önemli bir göstergesidir. İlerleyen zamanın
insan bedeni ve zihni üzerinde yarattığı bozucu etki apaçık bir gerçektir.
Kuran'da insanın yaşlılıkla birlikte içine düştüğü acizlikten şöyle
bahsedilmiştir:

Allah sizi yarattı, sonra sizi
öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra
bir şey bilmesin diye, ömür en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz Allah bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70) |
Tıbbi olarak yaşlılığa "ikinci çocukluk
dönemi" de denmektedir. Çünkü vücutta meydana gelen bozulmalar, tıpkı bir
çocuk gibi bakıma ve korunmaya muhtaç bırakır insanı. Nitekim bu yaşlarda,
fiziksel ve ruhsal açıdan çocukluk dönemine ait bariz özellikler ortaya
çıkmaktadır. Yaşlı bir insan, gençken fiziksel olarak rahatlıkla güç
yetirebildiği pek çok işi yapamaz. Veya gençken çok güçlü bir hafızaya sahip
olsa bile, yaşlandığında hafızasında doğal bir gerileme oluşur. Bu örnekler her
konu için çoğaltılabilir. Ancak sonuç olarak, belli bir yaştan sonra her
insanda görülen fiziksel ve zihinsel çöküş kişiyi bir nevi çocukluk haline geri
döndürür.
Kısacası insan, hayatına çocuk olarak başlar ve bir
dönem sonra tekrar çocukluğa dönerek hayatını noktalar. Bu süreç, şüphesiz
gelişigüzel oluşmuş değildir. Allah dileseydi insanı ölene kadar genç yaşatır,
vücudunda hiçbir eksiklik ya da hastalık yaratmazdı. Ama Allah yaşlılık
döneminde insanda fiziksel birtakım eksiklikler yaratarak, ona bu dünyanın
geçiciliğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bu dünyadaki
eksiklikleri göstererek, insanın ahirete, yani gerçek yurt olan cennete özlem
duymasını da sağlamaktadır.
Bu dünyanın geçiciliği ve insanın belli bir hikmet
üzerine yaşlılık dönemine ulaştırıldığı, aşağıdaki ayetle açıkça ifade edilir:

Ey insanlar, eğer
dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan
yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış
biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca
göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde
tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına
erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte,
kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en
aşağı ucuna geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz
onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten
bitirir. (Hac Suresi, 5)
Yaşlılıkla Gelen Fiziki Bozulmalar

Ne kadar zengin, ünlü ya da güçlü olursa olsun, hiçbir
insan ileriki yaşlarda kendisini bekleyen ve aşağıda bahsedeceğimiz fiziki
bozulmalardan kurtulamaz.
Deri, insanın güzelliğinde en çok önem taşıyan
faktörlerdendir. Yaklaşık bir milimetrelik bu doku kaldırıldığında estetik
yönden hiç de hoş olmayan bir görüntü çıkar. Öyle ki, oluşan manzaraya bakmak
bile oldukça güçtür. Çünkü deri, koruyucu fonksiyonunun yanısıra düzgün ve
pürüzsüz bir görünüm verdiği için estetik yönden çok önemli bir işlev
üstlenmiştir. Bu durumda, "İnsanın övündüğü, çevresine gösteriş yaptığı
özelliği, vücudunun her yerini kaplayan yaklaşık 2 kilogramlık deridir."
diyebiliriz. Fakat ne hikmetlidir ki, yaşlılığın en fazla tahribat yaptığı yer
de yine deridir.
Yaşlandıkça derinin esnekliği azalır, incelir ve alt
tabakalardaki yapı, iskelesini oluşturan yapısal proteinler hassaslaşıp çöktüğü
için, sarkar. Yaşı biraz ilerlemiş herkesin korkuyla beklediği yüzdeki
kırışıklıklar, çizgiler işte bu nedenle meydana gelir. Üst deride sürekli yağ
katmanı oluşturacak ve doğal yumuşatıcı etkisi gösterecek bezlerin salgısının
azalması dolayısıyla pullanma görülür. Aşırı pullanma ve dökülme sonucunda
derinin geçirgenliği artar ve dış etkilerin deriden geçişi kolaylaşır. Buna
bağlı olarak da yaşlılık kaşıntısı, tırnak yaraları, deride lekelenme,
uykusuzluk vs. meydana gelir. Aynı şekilde alt deride de çok büyük bozukluklar
oluşur. Deri dokularında yenilenme ve madde alışverişi mekanizmaları yaşlı
insanlarda önemli ölçüde bozulmuştur. Bu nedenle ileri yaşlarda kötü huylu
tümörlere sık rastlanır.
Kemiklerin sağlamlığı da insan bedeni için her yönden
büyük önem taşımaktadır. Dik bir duruşu yakalamak genç biri için çok kolayken,
yaşlılık döneminde bu, fiziksel açıdan pek mümkün değildir. İlerleyen yaşlarda
omurilikte meydana gelen doğal eğilme nedeniyle kamburluk ortaya çıkar. Bu,
gençlikte sahip olunan her türlü gösterişin bir kenara bırakılması anlamına
gelir. Duruşuna bile hakim olamayacak hale gelen bir insanın, doğaldır ki diğer
insanlara karşı büyüklük taslayacak hiçbir özelliği kalmayacaktır. Kendisi
kabullenmek istemese de, acizliğini artık etrafındaki kimselerden
gizleyemeyecektir.
Bu arada yaşlanan insanların sinir hücrelerinde
yenilenme olmadığı için, tüm duyularda belli bir kayıp oluşur. Gözlerde
yaşlanma ile birlikte, ışık şiddetine tepki olarak boyut değiştirme kabiliyeti
azalır. Bu durum görme yeteneğini kısıtlar; renklerin canlılığı, cisimlerin
şekli, konumları ve uzaklıkları bulanıklaşır. Çok önemli olan görüş keskinliği
giderek azalır. Bu, yaşlılar için en zor alışılacak durumlardan biridir.
Her geçen gün hızla yaşlanıp ölüme hazırlanan insan,
bu dünyanın geçiciliğini ve kendisine faydası olmadığını bir kez daha
anlamaktadır. Tüm bu acizliklerden anlaşılmaktadır ki, sonsuz hayat yanında bu
dünya hayatının hiçbir kıymeti yoktur. Nitekim Allah, Kuran'da bu gerçeğe
defalarca dikkat çekmiş, dünya hayatının geçici özelliklerle dolu olduğunu
ayetleriyle haber vermiştir. İnsanlara bu durumu düşünmelerini ve gerekli öğüdü
almalarını emretmiştir.
Dünya hayatının örneği, ancak gökten
indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi
karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve
ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece
veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi,
onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için
Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)

Buraya kadar
anlatılanlardan gördüğümüz gibi, insan doğmakta, gelişerek belli bir yaşa
ulaşmaktadır. Bu en güçlü çağında tüm bedeninin kendisine ait olduğuna da kesin
kanaati gelmekte ve kendini tüm dünyanın odak noktası olarak görmektedir. Ancak
bir süre sonra aniden gücü ve güzelliği, yaşlanmayla yok olmaya başlamakta ve
kendisi de bu durum karşısında bir şey yapamamaktadır. Çünkü Allah dünya
hayatını geçici bir yurt olarak hazırlamıştır. Ve insanı, gerçek yurt olan
ahireti hatırlatacak, ona hazırlık yapmasını sağlayacak her türlü acizlikle
birlikte yaratmıştır. Dolayısıyla bu, insanın düşünmesi gereken son derece özel
bir durumdur.
"Güzel Ahlaklı Olanlar Yaşlandıklarında Da Genç Ve Dinç Olurlar. Hz. Peygamberimiz (Sav)'İn Vefatında, Çocukluğunun Tazeliği Ve Güzelliği Aynen Duruyordu."
ADNAN OKTAR: ... Küfre düşenler, zulme gidenler; Allah onlarda bir iç acısı meydana getirir ve ruhu vücuduna saldırmaya başlar ve buna dayanamıyor vücudu. Artık çökmeye başlıyor çünkü vücut zavallıdır. Ruh saldırdı mı ona gücü yetmez, vicdanı her yerden onu boğuyor. Mesela o güzelim gözü gidiyor bambaşka bir göze dönüşüyor, anlamsız ve matlaşıyor. O güzelim cildi bambaşka bir şekle giriyor. Saçları bozuluyor, vücudu bozuluyor. Onu gördükçe daha da çöküyor.
Çöktükçe daha da üzülüyor yani ters bir gelişme oluyor onun açısından, tevekkül etmediği için. Mesela Peygamber Efendimiz (sav)'in vefatı zamanında bile çocukluğundaki tazeliği ve güzelliği duruyordu ki bu onun bir mucizesidir. Hep masumdu Peygamberimiz (sav)'in yüzü, çocuk masumluğu vardı. Çocukluğundaki yüzü hiç bozulmadı Peygamberimiz (sav)'in. Bu bir mucizedir, peygamberlerde bu vardır Çocukluklarındaki masumlukları durur çünkü günahtan beriler. Çok efendi ve dürüst yaşıyorlar.
Peygamberimiz'in biliyorsunuz lakabı "Muhammed-ül emin"di. Kim diyor bunu biliyor musunuz? Ateistler, müşrikler Peygamberimiz (sav)'e "emin insan" diyorlar. Her konuda o hakemlik yapıyor, o kadar eminler. Bakın bir dinsizin veya bir ateistin bir Müslümana emin demesi çok muhteşem bir olay. Aslında düşmanlar ama güvenilir olduğunu biliyorlar, adı gibi eminler ve bir şey olduğunda Efendimiz (sav)'i hakem tayin ediyorlar.
İbret Verici Yaşlılık Örnekleri

Yaşlanmak, tek bir istisna bile olmadan herkes için
geçerli ve kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak zengin, ünlü ya da çok güzel
kişilerin yaşlanmaları, tüm zenginliklerini ve güzelliklerini kaybetmeleri
ibret verici olması açısından insanları daha çok etkiler. Cahiliye ahlakını
yaşayan birçok insanın özendiği, parası, ünü ya da güzelliğiyle tanınmış
kişilerin yaşlılığı ve acizliği dünya hayatının kısalığını ve değersizliğini
hatırlatan en önemli sembollerden biridir.
Bunun örneklerini çevremizde yüzlerce kez görmemiz
mümkündür. Bir zamanlar fiziki güzelliği, gücü ile ün kazanan, çok zeki ve
sağlıklı olarak tanınan insanları bir gün televizyonda ya da gazetede zihinsel
ve fiziksel gücünü kaybetmiş olarak görebiliriz. Örneğin, tüm dünyaca tanınan
Madonna, John Travolta, Brad Pitt, Angelina Jolie, Al Pacino, Mickey Rourke,
Richard Gere, Jack Nicholson, Cindy Crawford, Julia Roberts, Michael Douglas
gibi ünlüler yıllar geçtikçe yaşlanmış, eski güzelliklerini ve zindeliklerini
tamamen kaybetmişlerdir. Yine güzelliği dünya çapında ünlü olan Farrah Fawcett
ile ünlü bir dansçı olan Patrick Swayze kanser olup tanınmayacak hale gelmiş ve
hastalığın pençesinde yaşamlarını yitirmişlerdir. Gençlerin özenerek örnek
aldıkları Michael Jackson ve Amy Winehouse gibi ünlüler de hiç beklemedikleri
bir anda ölmüş ve tüm servetlerini ve şöhretlerini geride bırakarak ahirete
gitmişlerdir. Dünya çapında şöhret olan bu insanların herşeylerini geride
bırakarak ölmeleri tüm insanlar için çok büyük bir ibret vesiledir. Allah dünya
hayatının geçici olduğunu, insanların ne kadar zengin, güzel ve şöhretli
olurlarsa olsunlar öldüklerinde, dünyadan tek bir taş parçası bile
götüremeyeceklerini çok net bir şekilde göstermektedir.
İlerleyen sayfalarda dünya çapında ünlü olup
yaşlandıktan sonra tanınmayacak hale gelen ya da genç yaşta hayatını kaybeden
kişilerden örnekler vereceğiz. Göreceğiz ki; insan her ne kadar genç, ünlü ve
güzel olursa olsun, mutlaka bir gün yaşlanacak ve daha sonra da ölüp Allah'ın
huzuruna çıkacaktır.




İnsanın Ölümü
Her gün ölüme biraz daha yaklaştığınızın farkında mısınız?
Ölümün size de diğer insanlara olduğu kadar, belki de daha yakın olduğunu
biliyor musunuz?
"Her
nefis ölümü tadıcıdır; sonra Bize döndürüleceksiniz" (Ankebut Suresi, 57) ayetinde
bildirildiği gibi dünya üzerinde şu ana kadar yaşamış, şu anda yaşayan ve
bundan sonra yaşayacak olan her insan istisnasız olarak ölümle karşılaşacaktır.
Ancak bu kesin gerçeğe rağmen kimi insanlar, her nedense, kendilerini bu sondan
oldukça uzak görebilmektedirler.
Dünyaya ilk kez gözlerini açan ve dünyaya gözlerini son kez
yuman iki insan düşünün. Ne yeni doğan bebek doğumuna müdahale edebilmiştir ne
de ölen kişi kendi ölümüne. Sadece Allah bu güce sahiptir; dilediği zaman yaratır,
dilediği zaman geri alır. Bütün insanlar kendileri için belirlenen bir süreye
kadar yaşayacaktır ve daha sonra ölecektir. Kuran'da bu gerçek şöyle
bildirilmiştir:
De ki: "Elbette sizin
kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra
gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size
yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi,
8)
Birçok insan ölümü düşünmek istemez, aynı zamanda günlük
uğraşıları da insanı farklı konular üzerinde düşünmeye sevk eder. Hangi okulda
okuyacağı, hangi işte çalışacağı, ne giyeceği ve ne yiyeceği daha önemlidir.
Hayatın bunlardan ibaret olduğunu düşünür. Ölümden bahsedildiği zaman ise,
"ağzını hayra aç, daha çok genciz" gibi anlamı olmayan ve ölümü
engellemeye de gücü yetmeyen yüzeysel sözlerin arkasına saklanır. Kendisinin
yaşlanınca öleceğini, en az 50-60 yıl daha yaşayacağını hesaplar; genç yaşında
böyle "iç karartıcı" konularla meşgul olmak istemez. Halbuki bu son
derece kibirli bir düşüncedir ve böylesine kendinden emin olan bu insanın bir
saniye sonra yaşayabilme garantisi bile yoktur. Her gün gazetelerde, televizyon
kanallarında çok genç yaşta aniden ölen insanların haberlerine, kendi
yakınlarının ölümlerine tanık olmaktadır; ama bir gün kendi ölümüne de başkalarının
tanıklık edeceğini, kendisini de böyle bir sonun beklediğini düşünmez.
Oysaki ölüm insana aniden geldiğinde, o an için dünyaya yönelik
herşey, tüm beklentiler, umutlar, hesaplar sona erer. Şu anki halinizi,
gözlerinizin açılıp kapanmasını, vücudunuzun hareket etmesini, konuşabilmenizi,
gülebilmenizi, yani tüm hayati fonksiyonlarınızı düşünün. Sonra da ölümün
akabinde ne hale geleceğinizi canlandırın gözünüzde... Hareketsiz bir şekilde,
etrafınızda olup bitenleri anlamayıp öylece yatacaksınız. Bedeniniz başka
insanlar tarafından taşınacak ve bir "et yığını" olarak kabul
edileceksiniz. Tabutunuzun konacağı mezar kazılırken, siz gusülhanede görevli
kişi tarafından yıkanacaksınız. Beyaz kefenle sizi saracaklar. Tahta tabuta
konacaksınız. Camideki işlemler bittikten sonra mezara gidilecek, üzerinde
isminizin, doğum ve ölüm tarihinizin yazıldığı bir taş olacak. Kefenle birlikte
sizin için kazılan çukura atılacaksınız. Üzerinize tahta konacak, daha sonra da
toprak. Toprak sizi iyice örttükten sonra işlem son bulmuş olacak.

Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet
günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir.
Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. (Al-i İmran Suresi, 185) |
Mezarınızı ziyaretler ilk zamanlar daha sık olmakla
birlikte, sonraları yılda bir kez olacak, daha sonraları hiç olmayacak. Üstelik
bu ziyaretlerden sizin haberiniz dahi olmayacak.
Yıllarca kullandığınız odanız, yatağınız boş kalacak.
Cenazeniz kaldırıldıktan bir süre sonra da özel eşyalarınız ihtiyacı olanlara
dağıtılmak üzere evinizden yollanacak. Yakınlarınız nüfus dairesine gidip sizin
öldüğünüzü ve kaydınızın bu dünyadan silinmesini söyleyecekler. İlk zamanlar
belki hatırlanacaksınız, arkanızdan ağlayan birkaç kişi olacak. Ancak zamanın
unutturucu etkisi ileriki yıllarda gittikçe ağır basacak. Birkaç on yıl sonra
ise "koca bir ömür" sürdüğünüz dünyada sizi hatırlayan pek kimse
kalmayacak. Ama bununla birlikte, öldükten sonra arkanızda bıraktığınız tüm aileniz
ve tanıdıklarınız da yavaş yavaş bu dünya hayatından ayrılacağı için,
hatırlanıp hatırlanmamak da pek bir şey ifade etmeyecek.
Dünyada bunlar olup biterken, toprağın altındaki
bedeniniz ise, hızlı bir parçalanma sürecine girecek. Toprağa konmanızdan hemen
sonra böcekler ve bakteriler harekete geçecek. Karında toplanan gazlar cesedi
şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale
getirecek. Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağzınızdan ve
burnunuzdan kanlı köpükler gelmeye başlayacak. Çürüme ilerledikçe kıllar,
tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacak. Bu dış değişmeyle
beraber, iç oganlarda da çürüme başlayacak. En korkunç olay ise bu noktada
gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından
patlatacak ve bedenden tahammül edilemeyecek derecede pis kokular yayılacak. Bu
süre içinde kafanızdan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak. Cilt
ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak. Beyin
tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak
ve iskelet dağılmaya başlayacak… Bu olay, cesediniz bir toprak ve kemik yığını
haline gelene kadar böylece devam edecek.
Artık ölmeden önceki yaşamın bir saniyesine bile geri
dönme imkanı olmayacak. Aileyle görüşme, arkadaşlarla buluşup eğlenme, en
yüksek mevkiye gelme imkanı da kalmayacak ve beden mezarda çürüyerek iskelet
haline gelecek.
Peki tüm bunların sebebi nedir?..
Allah dileseydi, insan vücudunu öldükten sonra bu hale
getirmeyebilirdi. Ancak insan bedeninin toprağın içinde böylesine dehşetli bir
şekilde parçalanmasının çok büyük bir hikmeti vardır. Bu hikmeti anlamak için
de insanın ölümle birlikte karşılaşacaklarını düşünmesi gerekir.
Öncelikle insan, kendisinin aslında bir et yığını olan
vücudundan ibaret olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici
bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir
varlığı olduğunu hissetmelidir. Dahası insan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu
geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmış gibi sahiplendiği ve bütün
arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden bir
gün mutlaka toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir.
Ve o gün belki de çok uzak değil, bir salise, bir adım ötededir…
Anlatılan tüm bu gerçeklere rağmen, insan ruhunda
sevilmeyen, istenmeyen şeyleri düşünmemek, yok kabul etmek gibi bir eğilim
vardır. Bu durum özellikle ölüm söz konusu olunca iyice belirginleşir. Yukarıda
da bahsettiğimiz gibi, ölüm ancak bir tanıdık kaybedildiğinde ya da birinin
ölüm yıldönümünde hatırlanır. Hemen hemen herkes ölümü kendisine uzak görür.
Sanki yolda yürürken, yatakta yatarken ölenlerin kendinden farklı bir durumu mu
vardır? Yoksa o "daha gençtir" de "uzun yıllar" yaşayacak
mıdır? Ne var ki evinden okula gitmek için yola çıkıp ya da önemli bir
toplantıya yetişmeye çalışırken trafik kazası geçiren kişi, hiç tahmin etmediği
bir zamanda beklemediği bir hastalıkla ölen biri de ölmeden önce aynı düşünceyi
taşıyor olabilir. Bu insanlar bir gün önce yaşarlarken, ertesi günün
gazetelerinde herkesin onların ölüm haberlerini okuyacaklarını büyük bir
olasılıkla akıllarına bile getirmemişlerdir.
Gariptir ki siz de bu satırları okuduktan sonra çok
kısa bir süre sonra ölebileceğinize ihtimal vermeyebilirsiniz. Daha yapılacak,
bitirilecek işlerinizin olması belki de ölümün sizin için "henüz erken ve
zamansız olduğunu" düşündürüyordur. Oysa bu bir aldanma ve kaçıştır,
üstelik Allah bu kaçışın fayda vermeyeceğini de bize bildirmiştir:
De ki: "Eğer ölümden veya
öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle
olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp yararlandırılmazsınız." (Ahzab Suresi, 16)
İnsan bilmelidir ki bu dünyaya "yalın" bir
şekilde gelmiştir ve yine "yalın" bir şekilde gidecektir. Ama
doğduktan hemen sonra, ihtiyaçlarını gidermek için kendine sunulan nimetleri
cahilce sıkı sıkıya sahiplenir; onları elde tutmayı hayatının en önemli amacı
haline getirir. Oysa hiç kimse malını, mülkünü ya da sahip olduğu diğer şeyleri
öldükten sonra yanına alamaz. Sonuçta beden, birkaç metrelik beyaz beze sarılıp
defnedilir. İnsan, bu kısa dünyaya "yalın" gelir ve "yalın"
gider.
Kendisiyle birlikte ahirete varan tek şey, Allah'a
olan inancı ya da inançsızlığıdır.
"Her İnsan Ölümlüdür. Kapkaranlık Toprağın Altında En Azametli İnsan Bile Toz, Toprağa Dönüşecek."
ADNAN OKTAR: ...Dış görünüme göre değerlendirme çok yaygın. Mesela zengin görünümlü bir insana karşı, sevgi ve saygı daha yoğun olabiliyor ama fakirlere karşı sevgi ve saygı daha düşük oluyor. Ben bunu her yerde görüyorum ve çok acı bir olay. Bakar bakmaz kıyafetine, tavrına göre bir muamele oluyor. Bu yakışık alacak bir şey değil. Halbuki her insan ölümlüdür. En gösterişli dediğimiz insanı düşünelim, mesela genç kızlar aslan gibi, son derece güzel, gösterişliler ama onun 70 yıl sonrasını düşünüyorum. Mezarda upuzun yatıyor olacak.
Kafatası, kemikler simsiyah karanlık toprağın altında ama zifiri karanlık toprağın altında yatacak kemik olarak. Nerede o daha önceki lüks çantalar, lüks kıyafetler, makyaj malzemeleri, o şen kahkahaları, değil mi? O azametli yürüyüşü, o enaniyeti? Kafasını dikerek yürümesi, hiç ölmeyecekmiş gibi davranması ama bakıyoruz mezarın altında ve milim kıpırdayamıyor. Çıt yok. Sessizlik var tam anlamıyla, mutlak sessizlik; sıfır görüntü var simsiyah karanlığın altında. Marka çantalar, parfümler yok. Ne parfüm götürebiliyor mezarın altına, ne bir yatın üzerinde güneş gözlüğüyle başkalarına hava atabiliyor, ne azamet yapabiliyor, ne sigara içebiliyor yerin altında. Hiçbir şey yapamıyor. Bu ne kadar süre içinde oluyor? Çok kısa süre içerisinde oluyor.
Ben televizyonu açıyorum, mankenleri gösteriyor, onların geliş gidişlerini gösteriyor, kimi zaman geçmişin ünlü kadınlarını, mesela Mussolini döneminin İtalyan kadınlarını gösteriyor; şık ve güzel, gösterişli kadınlar. Ama şimdi hepsi mezarın altında, hiç kıpırmadan şu an duruyorlar tamamı. O devirde biz onlara bu konuyu anlatmış olsak muhtemelen "Daha durun bakalım, sen neden bahsediyorsun? Daha çok vakit var" derlerdi. Oysa bakın, bir anda bitmiş herşey, üzerinden nesil geçmiş. Orada onları filme alan kişi de yok artık veya eski konuşmalar var kayıtlarda mesela şen kahkahaları var, teybe alınmış. Hiçbiri yok ortada şu an. Allah; "Fısıltılarını duyuyor musun?" diyor (Meryem Suresi, 98). Hatta "Üstlerinden geçiyorsun" diyor.
Bir genç kız düşünelim, hiç ortada yokken küçücük bir spermden oluşuyor, bunu düşünmesi lazım. Koskoca bir insan haline geliyor. Saçına bakıyor havaya giriyor, gözüne bakıyor havaya giriyor, koluna bacağına bakıyor havaya giriyor. "Bunu kim yarattı?" diye düşünmüyor. Halbuki aczini düşünmesi lazım. Cildinin 1 milim altı kıpkırmızı kan. En güzel genç kızın derisini bir kaldırsan bütün insanlar kaçar. Kimse bakmaya tahammül edemez çünkü kasları ve yağları göründüğünde kaçacak delik ararlar. 1 milim, birkaç metrekare deri o çirkinliği kapatıyor. Biraz daha içine girdiğimizde kan görüyoruz, biraz daha, et görüyoruz, kemik görüyoruz, bağırsağı var, karaciğeri var, dalağı var. Bu kadar havayı nereye atıyorsun sen o zaman?
İşte insandaki bu azamet ve bu enaniyet, büyüklük hissi mucizedir. Akılcı düşündüğünde böyle bir şeyi yapması mümkün değil, yapamaması lazım. Her gün aczini görüyor, sabah kalktığından itibaren aczini görüyor, zavallılığını görüyor. Perişanlığını görüyor. Sürekli bakım yapıyor ondan sonra dışarıya çıkabilecek hale gelebiliyor. Buna rağmen akıl almaz bir azamet gösteriyor. Bu kadar aczine rağmen, bu kadar büyüklük ve azamet hissi olması mucizedir. Azgınlaşıp, hırsa kapılıp, hatta bu hırsla insanları öldürmeye kalkması, hırsızlık yapması, soygun yapması, bağırıp çağırması, insanları dolandırmaya kalkması bunlar hep mucizedir. (Adnan Oktar'ın 12 Mayıs 2010 tarihli röportajından)
İman Eden İnsanın Ölümü İle İnkar
Eden İnsanın Ölümü Bir Mi Olacak?
Çevrenizde her gün gördüğünüz insanlar, aileniz, komşularınız,
iş arkadaşlarınız bir gün gelecek mutlaka ölecekler ve öldükleri anda da ölüm
melekleriyle karşılaşacaklar. Onlardan kimi yatağında yatarken, kimi trafikte
giderken, kimi sınava yetişmek için sınıfa girerken ölümle birlikte aniden
karşılarına çıkan ölüm meleklerini görecekler. Onlar melekleri görürken
çevrelerinde bulunan hiçbir insan melekleri göremeyecek, sadece ölen kişi bu
gerçeği çok keskin ve net bir şekilde görecek. Bu insanlar öldükleri anda çok
değer verdikleri bedenlerini dünyada bırakacak ve ölüm meleklerine teslim
olacaklardır. Kuran'a göre iman eden bir insan ve inkar eden bir insanın ölüm
anı birbirinden çok farklı olacaktır.
İman eden kişinin canı Allah'ın görevlendirdiği melekler tarafından
çok kolaylıkla alınacak, ölen kişi melekler tarafından cennetle
müjdelenecektir. Kitabı sağ yanından verilecek, Allah'ın huzurunda güvenle
duracak ve hayatı boyunca yaptığı salih amellerle Allah'ı razı ettiğini,
cennetle ödüllendirileceğini anlayacaktır.
Ki melekler,
güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler.
"Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)
O gün,
mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken
görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz),
altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk'
budur. (Hadid Suresi, 12)
İnkar eden kişi ise hayatına devam edip nefsini eğlendirirken ya
da dalmış sokakta yürürken, arkadaşıyla bir tartışmaya tutuşmuşken ya da evde
yatmaya hazırlanırken aniden ölüm melekleriyle karşılaşacaktır. Ve karşılaştığı
anda da kendisi için çok zorlu bir sorgulamanın başlayacağını kavrayacaktır.
Kuran'da ölüm meleklerinin, inkar edenlerin canlarını sırtlarına vura vura
aldıkları bildirilir. Ölen kişi yapayalnız Allah'ın huzuruna getirilir. Tüm
dünya hayatı boyunca Allah'ın rızasından yüz çevirmenin ve şeytana uymanın,
nefsinin peşinden sürüklenmenin pişmanlığı içindedir. Sonuç olarak inkar eden
kişinin canı ölüm melekleri tarafından çok korkunç bir şekilde, bağırta
bağırta, çok acı çektirilerek alınır.
Öyleyse
melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl
olacak? (Muhammed
Suresi, 27)
Sen bu
zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini
uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün
Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz
çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde)
bir görsen... (En'am
Suresi, 93)
Melekleri,
onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o
inkâr edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal
Suresi, 50)
Kuran'da Allah iki insan tipinden bahseder. Biri
Allah'ın varlığını fark edebilen, inançlı, yaşarken Allah'ın ayetlerini
görebilen, ahiretin varlığını bilen ve hayatını ona göre düzenleyen insandır.
Bu kişinin şuuru tamamen açıktır. Olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu
hisseder. Her olayın kendisi için bir imtihan olduğunu ve özel olarak
yaratıldığını bilir. Her şeyden önemlisi dış alemde var olan dünyanın aslında
beyninde yaratıldığının ve Allah'ın kendisini her an denediğinin bilincindedir.
Olayların hepsinin Allah tarafından bilinçli ve bir hikmet üzerine yaratıldığını
bilir.
Şuuru açık olan imanlı bir insan olayların arkasındaki
hikmetleri hemen anlar. Mesela işe giderken yolda bir kaza ve ölü gördüğünde o
insanın kaderinde belirlenen vaktinin geldiğini ve Allah'ın canını aldığını
düşünür. O kişinin sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının başladığını ve
Allah'ın huzurunda hesap verdiğini bilir. İmanlı bir insan her baktığı yerde
Allah'ın ayetlerini ve tecellilerini görür. Kalbi de imanından dolayı
yumuşaktır. Kendisine Allah'ın bir ayeti hatırlatıldığında hemen harekete
geçer, ayetlerden etkilenir ve ahlakını güzelleştirir, hatalarını düzeltir.
İşte bu da o kişinin gerçek anlamda duyduğunu ve hissettiğini bize gösterir.
İnsan ancak kendisine iman verildiği anda gerçekten gören, duyan ve hisseden
birine yani yaşayan bir ölüden gerçek anlamda yaşayan bir insana dönüşür.
Kuran'da bahsedilen diğer insan tipi ise imansız,
Allah'tan habersiz, sadece dünyayı yaşayanlardır. Bu insan dünya hayatına ve
onun karmaşasına dalıp gider. Hızla ahirete yaklaştığını fark edemez. Gerçek hayatın
asıl ölümden sonra başladığını ve sonsuz bir hayat olduğunu hiç düşünmez.
Allah'ın ayetlerini bilmediği için bunları göremez. Allah'ın kendisini sürekli
olarak denediğini, imtihan ettiğini bilmez. Olayları hep kendince nedenlere
göre değerlendirir. "Eğer evden biraz geç çıksaydım kaza geçirmeyecekti,
eğer yavaş gitseydi ölmeyecekti" gibi anlamı olmayan çıkarımlarda bulunur.
Herkesin kaderini yaşadığını ve hayatlarının bir saniyesini bile
değiştiremeyeceklerini bilmez. Yolda kaza gördüğünde yerde yatan cansız bedene
ilk anda dehşetle bakar, kazanın nasıl olduğunu araştırır ama kaderi ve ahireti
hiç düşünmez. Çok kısa bir süre sonra da unutur gider. Dünya işlerine dalıp
oyalanır ve Allah'ı tamamen unutur.
Bu mantıktaki bir insana Kuran ayeti söylesen kalbinde
hiçbir etki oluşmaz, adeta duymamış gibi hayatına devam eder. Allah'ın
varlığını anlatsan, yarattığı mükemmel canlıları göstersen bunları da doğal
karşılar. Heyecanlanıyor gibi görünse de aslında iman etmez. İşte bu o kişinin
gerçek anlamda duymadığını, görmediğini ve hissetmediğini gösterir. Kalbinde
bir heyecan oluşmaması, kişinin Allah'a iman etmemesi kalbinin de kaskatı
olduğunu gösterir. İşte karşımızda görür, işitir ve hisseder gibi duran ama
aslında duymayan, görmeyen ve hissetmeyen bir insan vardır. Bu insan her ne
kadar yaşıyor gibi gözükse de aslında tam anlamıyla ölüdür. Kuran'da Allah
yeryüzünde yaşayan milyarlarca ölüden bahseder.
Dünyada gerçek anlamda yaşayanlar, ruh taşıyan yani
iman etmiş olan insanlardır. Diğer çevrenizde gördüğünüz birçok insanın gerçek
anlamda ruhu yoktur. Ruhları olmadığı için göremez, duyamaz ve hissedemezler.
Dışarıdan baktığınızda yaşadıklarını zannederek yanılırsınız ama aslında bu
kişiler ölüdür. Kuran'da bildirilen bu gerçeği her insanın bilmesi ve üzerinde
düşünmesi gerekir. Bu gerçeği fark eden insan, eğer ruhu varsa hemen doğru yolu
bulmaya çalışacaktır. Allah'ın varlığını hissedecek, Kuran ayetleri ruhunda
etki uyandırıp, iman edecektir. İnsan ancak iman ederse dirilir, aksi takdirde
yaşayan bir ölü olmaktan asla kurtulamaz. İman etmeyen insanlar da asıl
öldüklerinde canlanacak ve karşılarında tüm gerçekliğiyle duran Allah'ın
varlığını ve sonsuz hayatı göreceklerdir. Allah yaşıyor gibi görünen ama ruhu
olmayan insanların varlığını bize Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Çünkü gerçekten sen, ölülere
(söz) dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı
işittiremezsin. (Neml Suresi,
80)
Diri olanlarla ölüler
de bir değildir. Gerçekten
Allah, dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittirecek
değilsin. (Fatır Suresi, 22)
İnkar edenlerin örneği bağırıp
çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını
bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar,
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl
erdiremezler. (Bakara Suresi, 171)
Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler
gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa
(görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En'am Suresi, 104)
Ve sana bakacak olanlar vardır.
Ama kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola
ulaştıracaksın? (Yunus
Suresi, 43)
Bu iki grubun örneği; kör ve
sağır ile gören ve işiten gibidir. Örnekçe bunlar eşit olur mu? Yine
de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Hud
Suresi, 24)
Kim bunda (dünyada)
kör ise, O, ahirette de kördür ve yol bakımından daha 'şaşkın bir sapıktır.' (İsra Suresi, 72)
Onlar, kendilerine Rablerinin
ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp
kalmayanlardır. (Furkan Suresi,
73)
Ahirete inanmayanlara gelince; Biz
onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar, 'körlük içinde
şaşkınca dolaşırlar'. (Neml
Suresi, 4)
Öyleyse sağır olanlara sen mi
dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete
erdireceksin? (Zuhruf Suresi, 40)
"İman Edenlerin Ve İnkar Edenlerin Cennet Ve Cehenneme Alınışları"
ADNAN OKTAR: ... İman eden bir insanı ölüm anından itibaren hiçbir rahatsız edecek olay yoktur. Sürekli keyif ve zevk içindedir. Bir kere canı alınırken çok nezaketli ve sevgi dolu bir üslupla alınır. İltifatlarla, hürmetle, aşkla alınır. Heyetle gelirler, sevgiyle alıp götürürler, aksi birşey olmaz. Cehennemin yanına götürürlerken de aynı şekilde. Herkes gidecektir cehennem arazisine, yanlarında sürücüleri ile birlikte. Araziyi, ortamı bilmedikleri için "önlerinde bir ışık vardır aydınlatan" diyor Allah, "ve sağlarında da bir ışık vardır" diyor. Bizim aklımıza lamba gibi bir şey gelir, ama değil. Biz onu ahirette anlarız, sürücü deyince biz araba gibi bir şey düşünürüz, o da değil, ilk defa görmüş olacağız, anlayacağız. Bizim bildiğimiz şeyler değil. Arazi deyince de, biz böyle düz arazi zannederiz. Öyle de değil, bambaşka bir şey, orada anlayacağız ne olduğunu. Onun için biz sadece iman ediyoruz şu an ne olduğuna. Görünce tam kanaatimiz gelecek, çünkü ilk uyandıklarında da insanlar anlamıyorlar ahirette.
Kalkıyorlar, "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" diyorlar, şaşırıyorlar. Bir uykudan uyandıkları kanaatindeler, anlayamıyorlar. Sonra belirli bir noktadan birisi onları çağırıyor, uzak bir noktadan. Oraya doğru topluca gidiyorlar. Oraya gelince olayı anlıyorlar. "Eyvah, din günü buymuş, öldük, dirildik" diyorlar yani orada anlıyorlar. Fakat orada bile yine anlamıyor birçoğu. Uyandığını, baygın veya komada olduğunu ve bir araziye bırakıldıklarını zannediyorlar. Bir şeye bırakıldıklarını zannediyorlar, yine fark edemiyorlar. "Eyvahlar bize, bu din günü, kastedilen buydu" diyorlar. Ondan sonra olay başlıyor işte.
Müminleri Allah ayırıyor, onlar ayrı, inkarcılar ayrıdır. Cehennem kapısı deyince, tabii insanın aklına çelik kapılar gelir, öyle değil, onu da orada insanlar görecekler. Mesela cennet kapısı deyince de, yine bizim aklımıza süslü bir kapı gelir. Bahçe kapısı gibi, öyle bir şey değil, hepsini orada göreceğiz. Çünkü Allah: "Yepyeni bir yaratılışla yarattık." diyor. Bütün fizik kanunları değişiyor, kimya kanunları değişiyor, hepsi değişik. İlk defa göreceğimiz bir boyut, yeni bir hayat şekli. Onun için ne kadar düşünürsek düşünelim, biz bunu bilemeyiz.
Ayette Allah: "Hiçbir göz görmedi, hiçbir nefis tatmadı." diyor bakın. O zaman biz nasıl bilelim? Bileceğimiz gibi bir şey değil ama gördüğümüzde çabuk adapte olacağız. Çünkü bizim yanımızda tanıtıcılar var, bizim mihmandarlarımız olacak, eğer mümin olarak gidersek inşaAllah. Çok kolaydır Müslümanlık. Dolayısıyla Müslümanın o anlamda cehennemden korkacağı bir şey yoktur. Biz Allah'tan korkarız, cehennemden korkarız ama biz cenneti umut ediyoruz. Allah'a sığınacağız. O cehennem korkusu bizi açar, Allah aşkını artırır, inşaAllah... (Sayın Adnan Oktar'ın 14 Mayıs 2010 tarihli Kocaeli TV röportajından)
"İman Edenlerin Cennete Kabul Edilişlerindeki Sevinçleri"
ADNAN OKTAR: Müminler ve ehli küfür, ikisi de cehennemin kenarına yani cehennemin arazisine getirileceklerdir. Müslümanların, önlerinde bir ışık sağlarında bir ışık olacaktır ki bu, cennete girecekler anlamındadır. Ayette Allah: "Kuvvetle umarlar" diyor cennete girmeyi. Allah vaat etmiş. Işık varsa önde ve yan tarafta, bu müminlik alametidir.
Müminler oradan topluca, önünde ve sağ tarafında ışığı olan müminlerin hepsi alınıp götürülüyorlar cennete. Ehli küfür, Allah'a isyan edenlerse diz üstü o arazide bırakılıyorlar. Orada o ayrılık acısını hissettirmek ve Müslümanlara da kurtuluş sevincini hissettirmek için Allah'ın yaptığı bir süstür bu, bir güzelliktir, o heyecanı yaşatmak için. Çünkü Allah tekdüzelik yaratmıyor, hep süs yaratır Allah, bir hareketlilik yaratır, bir güzellik yaratır. Müminler, cennet kapılarından girdikten sonra cennetin kapıları kapatılıyor. Büyük bir heyecan ve sevinç içinde oluyor tabii müminler. Artık sonsuzluğa kilitleneceklerdir ve sonsuza kadar cennetten çıkmak yoktur. Elhamdülillah, orada büyük bir sevinç, heyecan ve coşku içerisinde dünyada yaptıklarını birbirlerine anlatacaklar... (Adnan Oktar'ın Tempo TV'deki Röportajından, 13 Ocak 2009)
ADNAN OKTAR: Müminler oraya giderken üstlerinde güzel bir nurdan kıyafetleri olacak yani çıplak olmayacaklar fakat küfür ve dalalet tamamen çıplak, tozlu, kirli ve çirkin halde, insanların tiksineceği şekilde haşredilecekler. Müminler yüzlerindeki nurdan anlaşılacak.
Onları götürecek ruhani bir varlıktan bahsediyor Allah. Yanlarında sürücülerle gidecekler diyor. Bu müminler için bir güvenlik ve rahatlık olacak. Mümin hiçbir yerde zaten korkmayacak, rahatsız olmayacak, tedirgin olmayacak. O toplanma alanına geldiklerinde hepsi cehennemin arazisine getirilecekler, tamamı.. Müminler de özellikle getiriliyor ki oradan çıktıklarında cennetin kıymetini daha iyi bilsinler diye. Sonsuza kadar tadını, kıymetini bilsin. Bir de Allah'ın vaat ettiğinin ne olduğunu görmeleri de çok önemli. Çünkü cehennemden bahsediyor ama insanlar bilmemiş olacaklar. Allah o yüzden onlara cehennemi gösterecek, müminlerin hepsine gösterecek. (Adnan Oktar'ın Tempo TV'deki Röportajından, 24 Şubat 2009)
"Allah Cennette Çeşitli Güzellikler Yaratacaktır."
ADNAN OKTAR: Allah nasip ederse ahirette gittiğimizde, cennete gittiğimizde son olarak hükmen, usulen, güzellik olsun diye Allah sorgulama yapıyor. Yoksa Allah bizi cennette yaratıyor, mümin isek cennetteyiz. Küfür de zaten cehennemde ama Allah orayı süslemiş, önce bir araziye geliyoruz, düz araziye, cehennemin arazisine geliniyor, orada bir sorgulama var müminlere. Cenab-ı Allah mesela "Bu insanın durumu nedir?" diyor, Peygamberimiz (sav) diyor ki: "Ya Rabbi ben ona şahidim, o çok güzel ahlaklı bir insan." diyor. "Ben onu gördüm, benim yanımda yaşadı." diyor. Ayette dikkat ederseniz, "şahit ve müjdeci olarak" diyor. Şahit ve müjdeci. "Ben gördüm" diyor "Bizzat bu insana ben kefilim iyi bir insan" diyor. Cenab-ı Allah "Ben de biliyorum" diyor ve cennetine alıyor. Güzellik olsun, heyecan olsun.
Sevinç ve heyecanla cennete içeri girmiş oluyor. Mehdi de öyledir. Mesela Mehdi diyecek. "Ya Rabbi buna şahidim, ben bunu gördüm. Bu kişi yanımdaydı, ama bu münafık ve alçaktı. Bu ahlaksızlık yapmıştı. Bunu gördüm, ama bu muttaki ve temiz bir insandı. Güzel bir insandı, çile ehliydi. Bu benim arkadaşımdı, dostumdu." diyecek. Onlara sınırlı miktarda bir şahitlik yapma ve onların lehinde konuşma hakkı veriyor Cenab-ı Allah, güzellik olsun diye onları cennette de sevmelerine vesiledir bu. Münafıklar da onun acısını çeksinler diye böyle oluyor inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın Kanal-35'deki Röportajından, 7 Mart 2009)

Dünya Hayatının Süsleri

Genel olarak insanların yaşamları boyunca ulaşmak ve
sahip olmak için çaba harcadıkları birkaç hedef vardır. Zenginlik, mal, itibar,
eş, çocuk birçok insan için dünya hayatının değişmez süsleridir. Yapılan tüm
planlar, gösterilen çabalar bunlara sahip olmak içindir. Hepsinin gelip geçici
olduğunu, dünyada herşeyin değer kaybettiğini, eskidiğini, yok olduğunu
bildikleri halde bu gibi insanlar kendilerini bunlara şiddetle bağlanmaktan
alıkoyamazlar. Malın eskiyeceğini, toprakların hep aynı berekete sahip
olamayacağını, o çok değer verdikleri eşlerinin bir gün yaşlanıp güzelliğini
kaybedeceğini ve en önemlisi de her insanın tüm sahip olduklarını bir gün
bırakmak zorunda kalıp dünyadan ayrılacağını bilmelerine rağmen bu bağlılığı
sürdürmeye devam ederler.
Böyle yaşayan insanlar öldükten sonra bütün ömürlerini
sadece bir şeyi "elde etme" üzerine harcadıklarını, dünyanın
etkileyici ve kendilerini büyüleyen süslerine aldandıklarını, ölümlü olan
herşeye hak ettiğinden fazla değer verdiklerini anlayacaklardır. Ve dünyada
yapmaları gerekenin ise yalnızca, sahip olduklarını zannettikleri ama aslında
hiçbir şekilde hak iddia edemeyecekleri herşeyin tek sahibi olan Allah'a kulluk
etmek olduğunu göreceklerdir.
Bu "tutkulu bağlılık" Kuran'da şöyle haber
verilmiştir:
Servet, eşler, oğullar, ticaret gibi dünyaya ait tüm
değerler, Allah'ı ve ahireti unutarak sadece bunlar için yaşayan insanları
tutkuyla oyalamaktadır. Oysa Allah'ın gücünü ve büyüklüğünü gereği gibi takdir
edebilseler, dünyaya ait herşeyin birer imtihan vesilesi olduğunu da
anlayabilirler. Yapmaları gerekenin tüm bu nimetleri onlara veren Allah'a
kulluk etmek ve şükretmek olduğunu da fark edebilirler. Ama kesin bir bilgiyle
iman etmeyen insanlar, hırsla dünyaya bağlandıkları için kavrayışları körelir;
son derece eksik ve kusurlu olan dünyayı, ona ait her türlü değerle birlikte
gözlerinde büyütürler.
Allah ahirette çok daha hayırlısını ve üstününü
insanlara vereceğini vaat ettiği ve bu güzelliğe kavuşmak için de sadece
Kendisi'ne gereği gibi kulluk edilmesini, yalnızca Kendi rızasının aranmasını
emrettiği halde bazı insanların bundan yüz çevirip dünya hayatına razı olması
şaşırtıcıdır. Oysa bir insan tamamen dinsiz, inançsız da olsa, öldükten sonra
dirilmeye %50 "ihtimal" bile verse, bu düşünce onu bu konuda daha
akıllı davranmaya zorlamalıdır.

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla
övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp, kendinizden
geçirdi.' Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü. (Tekasür Suresi, 1-2) |
Müminler ise bunun "ihtimal" değil, kesin
bir gerçek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle de tüm yaşamlarını cehennem
ihtimalinden uzaklaşıp cennete kavuşmak için çaba harcayarak geçirirler. Çünkü
bilirler ki, sadece dünyadaki çıkarları ve zevkleri için uğraşıp didinen
kimsenin, ahirette düşeceği durum ve yaşayacağı hayal kırıklığı çok acı
olacaktır. Dünyada yığdığı mallar, örneğin biriktirdiği altınlar, bankalardaki
paraları, evleri, arsaları, arabaları ahirette kurtulabilmesi için yeterli
olmayacak, çok güvendiği ailesi ve yakın dostları onu orada koruyamayacak,
hatta yüz çevireceklerdir. Fakat tüm bu gerçeklere rağmen insanların çoğu
yaşadıkları hayatı alternatifsiz görmekte, ona körü körüne bağlanmakta ve
ahireti unutabilmektedirler. Bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
(Mal, mülk ve servette) Çoklukla
övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.' Öyle ki (bu,) mezarı
ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.(Tekasür Suresi, 1-2)
Şu ana kadar bahsettiğimiz, "süslü ve çekici
kılınma" elbette dünyadaki imtihanın bir sırrıdır. Allah dünyada insanlara
sunduğu tüm imkanları çok güzel ve gösterişli yaratmıştır. Ancak bu imkanlar
bir o kadar da zayıf, geçici ve kısadırlar ki, bu şekilde insanlar aradaki
kıyası yapabilsinler. İşte sır burada saklıdır. Dünya hayatı gerçekten,
Allah'ın şanına uygun olarak çok güzel, renkli ve ihtişamlıdır. Onda yaşamak,
zevk almak elbette bir nimettir ve Allah'tan istenir. Fakat hiçbir zaman
Allah'ın rızasından ve ahiretten daha önemli değildir. Bu yüzden de insanların
bu nimetleri kullanırken asla gerçek amaçlarını unutmamaları gerekir. Allah
Kuran'da insanları bu konuda uyarmıştır:
Size verilen herşey, yalnızca dünya
hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha
süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
Bazı insanlar dünyaya bağlanmakta ve ahireti
unutmaktadırlar ancak düşünmedikleri önemli bir gerçek daha vardır. Bağlı
oldukları değerler, sahip olmaya çalıştıkları "süsler" kendilerine
dünyada da gerçek mutluluğu vermeyecektir. Bunun en önemli nedenlerinden biri
insanın bitmek bilmeyen hırsı ve hep daha fazlasını isteyen nefsidir.
Dolayısıyla değer verilen şeylerin "en üstününe, en iyisine" sahip
olunması, dünya koşullarında mümkün değildir. Sahip oldukları her ne olursa
olsun muhakkak daha üstünü, daha iyisi, daha güzeli vardır. Dolayısıyla bu
dünya, insan ruhunun gerçek huzuru ve tatmini bulacağı bir yer kesinlikle
değildir. Gerçek mutluluk ve huzur iman edenlerin sonsuza kadar içinde
kalacakları ahirettedir, cennettedir.

Gerçek Zenginlik Bu Dünyada mı?
Bazı insanlar
dünyadaki yaşamlarının, eğer isteyip uğraşırlarsa, mükemmel ve kendilerini
gerçekten tatmin edecek kadar eksiksiz olabileceğini zannederler. Bunun da
yeterli maddi imkanların elde edilmesiyle sağlanabileceğini düşünürler. Böylece
mutlu bir aileye daha rahat kavuşacak, insanların gözünde itibar kazanacak,
huzur içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir. Oysa tüm ömürlerini sadece bunları
elde etmek ve kaybetmemek için tüketen insanlar aslında büyük bir hataya
düşmektedirler. Çünkü hayatlarını yalnızca dünyadaki huzurlarını ve rahatlarını
düşünerek geçirmişler, gerçek ve sonsuz hayatın ahiret olduğunu tamamen
unutmuşlardır. En önemli görevleri Allah'a kulluk etmek olduğu halde, dünyaya
aldanmış, sahip oldukları tüm zenginlikleri kendilerine veren ve onları yaratan
Allah'a şükretmeleri gerekirken, Allah'ı unutmuş ve insanların rızasını
kazanmak için didinip durmuşlardır.
Oysa Allah Kuran'da dünyadaki değerlerin geçiciliğini,
önemsizliğini ve aldatıcı çekiciliğini insanlara bildirmiştir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun,
'(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme
(süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur
örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir,
sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp
oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir
hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey
değildir. (Hadid Suresi, 20)
Birçok insanın düştüğü hata, ahireti uzak görüp veya
hiç inanmayıp, dünyayı ahiretten üstün tutmalarıdır. Bu kişiler elde ettikleri
zenginliğin yok olmayacağını zannederler. Bu kibirlerinden dolayı da Rabbimiz'e
ve O'nun vaat ettiklerine yüz çevirme cehaletini gösterirler. Böylelerini ve
onların sonlarını Allah Kuran'da şöyle tarif etmiştir:
Nitekim bu ruh halinin örnekleri tarih boyunca
görülmüştür. Geçmişte kralların, hükümdarların, firavunların pek çoğu elde
ettikleri zenginliğin kendilerini ölümsüz kılacağını sanmışlar, hatta
mallarının bir kısmını da kendileriyle beraber mezara gömdürmüşlerdir.
Zenginliğin üstünde bir değer olabileceğine hiç ihtimal vermemişlerdir. Bunları
gören diğer insanlar da doğru yolun bu olduğunu düşünmüş ve bu insanları karda
zannetmişlerdir. Oysa dünyada zevk ve sefa içinde yaşıyormuş gibi görünenlerin
sonu hiç de umdukları gibi olmamıştır. Allah Kuran'da bu insanlarla ilgili
olarak şöyle demektedir:
Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine
verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım
ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56)
Şu halde onların malları ve çocukları
seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak
ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)
Ancak bu kişiler hiçbir zaman unutmamaları gereken bir konuyu gözardı etmişlerdir: Tüm zenginlik ve "değer" verdikleri yalnızca Allah'a aittir. Mülkün gerçek sahibi olan Allah dilediği kişiye istediği miktarda mülkünden pay verir. Verdiklerinin karşılığında insanların Kendisi'ne şükretmelerini ve gereği gibi kulluk etmelerini ister. Nitekim Allah'ın zenginlik verdiği birisinin mülkünü yine Allah'tan başka kimse kısamaz ve elindekileri aldığı kişiye de kimse hiçbir yardımda bulunamaz. Bunların hepsi Allah'ın dünyada yarattığı deneme ortamının birer parçasıdır. Aklı ve şuuru açık olan bir insan bunu bilir. Kendisini Yaratan Allah'ı ve O'na hesap vereceğini unutan kişi ise bundan tamamen gafildir:
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)

Dünyadaki Zenginlik Ve İtibar Gerçekten Önemli mi?

Birçok insan dünyada eksiksiz bir yaşantı kurarak, son
derece mükemmel bir hayat sürdürebileceğini zanneder. Buna göre, hayal ettiği
zenginliğe sahip olduktan sonra mutlu olacak, istediği itibarı kazanacak, bu
durum hayatının sonuna kadar da böyle devam edecektir. Oysa Allah'ı ve ahireti
unutan bir insanın hiçbir zaman tam istediği, hayalini kurduğu gibi bir hayatı
olamaz. Çünkü istediği ilk şeye kavuştuğunda daha da iyisini ve fazlasını
istediğini anlar. Parası olur, yetinmez, çok daha fazlasını kazanmak için
çalışır. Evi olur, beğenmez; muhakkak daha hoşuna giden bir ev görüp, onu almak
için çaba harcamaya başlar. Her sene değişen zevklerinden dolayı evinin içini
de, kendi kıyafetlerini de beğenmez, sürekli olarak daha güzel mobilyaların ve
giysilerin hayalini kurar. Nitekim Müddessir Suresi’ndeki ayetlerde bazı
insanların içinde bulunduğu bu ruh hali en açık şekilde tarif edilmiştir:
Kendisini tek olarak yarattığımı Bana
bırak; ki Ben ona "alabildiğine geniş kapsamlı bir mal" verdim. Göz
önünde hazır çocuklar. Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha
arttırmam için tamah eder.(Müddessir
Suresi, 11-15)

Şuurlu bir insanın düşünmesi gereken şudur; en fazla
evi olan, en pahalı arabaları satın alan, en çok kıyafeti olan kısacası en
zengin olan insanın da oturabileceği ev, kullanacağı araba, yiyeceği yemek,
yatacağı yatak, giyeceği kıyafet sınırlıdır. Dünyanın en büyük sarayında oturan
bir insan aynı anda kaç odada birden oturabilir? Veya en güzel kıyafetlere
sahip insan bir seferde bu kıyafetlerin kaçını üstüste giyebilir? Bu insanların
hayatlarına baktığımızda görürüz ki, onlarca odadan oluşan malikanelere sahip
olsalar dahi, aynı anda bütün odaları kullanamayacakları için evlerinin en
fazla bir odasında oturabilirler. Dolaplar dolusu kıyafetleri olsa da aynı anda
sadece tek bir kıyafeti giyebilirler. Allah'ın yarattığı binlerce çeşit
yiyeceğe sahip olabilseler bile, en fazla 2-3 tabak yemek yiyebilirler; daha
fazlasını yemeye kalksalar, bu onlar için bir işkence haline dönüşür.
Kuşkusuz
bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bunlardan daha da etkilisi, kişinin malının,
mülkünün "keyfini sürebileceği" ömrünün kısıtlı oluşudur. Her insan
hızla kaçınılmaz sona doğru ilerlemektedir. Ancak bazı insanlar yaşamları
süresince bu gerçeği fark edememekte ve Kuran'da bildirildiği gibi; "gerçekten malının kendisini ebedi
kılacağını" (Hümeze
Suresi, 3) sanmaktadırlar. Bu yanlış inanca
öylesine körü körüne bağlanmışlardır ki, ahirette Allah'ın huzurunda azabı
gördüklerinde bile, sahip olduklarını fidye vermeye çalışarak kurtulmak
isteyeceklerdir ama elbette artık geç kalmış olacak ve verdikleri hiçbir şey
kabul edilmeyecektir:

Oysa Allah'ın tüm zenginliğin sahibi olduğunu,
dünyadaki malın ve itibarın yine orada kalacağını bilen insanlar hiçbir zaman
dünyanın peşine düşmezler. Bu insanlar sahip oldukları bir zenginlikten dolayı
şımarmaz, herşeyin sahibi Rabbimiz olan Allah'ı unutmazlar, verilen bütün
nimetlere şükrederek çalışırlar. Allah dünyadaki değerlere hırsla bağlanmayan
bu insanlara da onurlu ve rahat bir yaşantı vaat etmiştir. Allah'ı gereği gibi
takdir eden ve O'na güvenen insanlar, dünyanın geçiciliğinin, mal ve mevkinin
dünyada ancak kısa bir fayda ve çıkar sağladığının, ahiretteki sonsuz
yaşantının yanında da çok az bir değeri olduğunun farkındadırlar. Böyle düşünen
bir insan mal sahibi olur, ancak bunu haksızlık yapmak ve insanları ezmek için
kullanmaz. Zenginlik onu daha da çok dünyaya bağlamaz, aksine Allah'a olan
yakınlığını ve şükrediciliğini artırır. Kimsenin hakkını yemez, Allah'ın ona
verdikleriyle hep iyi işler yapmaya çalışır.
Böyle bir kavrayışa sahip olmayan insanlar ise dünyada
kazandıklarının bir anlamının olmadığını, kendilerine aslında tüm bunların az bir
kazanç sağladığını, en önemlisi de bu kazancı en fazla 60-70 sene
kullanabildiklerini düşünmezler. Sahip oldukları mallarını, çocuklarını,
evlerini, arabalarını, tüm servetlerini bir gün gelip dünyada bırakarak mezara
konacakları gerçeğini unutur, bitmek bilmeyen ve asla ulaşamayacakları bir
zenginlik hasretiyle ömürlerini geçirirler.
Oysa kendisini yaratan Allah'ı unutup malına güvenen
kişi dünyada da, ahirette de hüsrana uğrayacaktır:
Şüphesiz inkar edenler, onların malları
da, çocukları da kendilerine Allah'tan (gelecek azaba karşı) hiçbir şey
kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 10)
"Mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayan"
kimselerin durumu Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu
saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını mı sanıyor?
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu
sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne
tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir; (Kendileri de)
Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 2-9)
Gerçek zenginlik ise; Allah'a iman eden ve dünyanın geçip gitmekte olan süslerine gereğinden fazla önem vermeyen, herşeyin yalnızca Allah'tan geldiğini bilen müminlere aittir. Kısa sürecek olan dünya hayatı yerine Allah'ın sonsuza kadar süreceğini bildirdiği ahiret hayatını seçen bu insanlar gerçek zenginlerdir. Mümin, dünya hayatı karşılığında ahireti satın aldığı için zaten en karlı alış verişi yapmış, geçici değil sonsuz zenginliği seçmiştir. Kuran'da bu gerçek şöyle anlatılır:
![]() |
Hiç şüphesiz Allah müminlerden karşılığında mutlaka cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler, bu Tevrat'ta, İncil'de, Kuran'da onun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip, müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
Bu gerçekleri göz ardı edip, dünyaya sıkı sıkı bağlananlar ise ahirette karşılaştıklarında kimin kazançlı çıkacağını çok açık bir şekilde öğreneceklerdir.
Evlilik
Dünya hayatına insanı
bağlayan en önemli konulardan biri de evliliktir. İyi bir evlilik yapmak, bir
genç kız ya da erkeğin en büyük amaçlarından birisidir. Bu nedenle birçok
insan, küçük yaşlardan itibaren "iyi bir eş" bulmayı hedefler. Bu
elbette ki son derece doğal bir istektir ve bir güzelliktir, ancak hatalı olan
cahiliye toplumlarında kadın-erkek ilişkilerinin son derece yanlış bir temel
üzerine kurulu olmasıdır. Bu tarz beraberliklerde genel kıstaslar romantizm,
duygusallık ve karşılıklı birtakım menfaatlerdir. Özellikle kadınların
beklentileri, çoğu zaman kendilerini rahat ettirecek "zengin bir eş"
bulmak üzerine kuruludur. Bir genç kız bu uğurda hiç hoşlanmadığı halde bir
erkekle evlenebilir. Veya bir erkek yalnızca fiziki güzelliği için bir kadını tercih
edebilir.

Oysa burada cahiliye toplumu bireylerinin göz ardı
ettikleri çok önemli bir gerçek vardır: Söz konusu maddesel özelliklerin hepsi
bir anda yok olabilir; Allah dilediği anda bir insanın tüm zenginliğini elinden
alabilir. Yüz ya da vücut güzelliği gibi fiziki özelliklerin hepsi de kısa süre
içinde bozulacak ve yok olacaktır. Evlendiği insan eninde sonunda yaşlanacak,
sağlığını, gücünü ve güzelliğini, bir daha kazanamamak üzere kaybedecektir.
Aslında mutlaka yılların geçmesini ve yaşlanmayı beklemeye de gerek yoktur. Bu
kişi ani bir kaza geçirebilir, sakat kalabilir, felç olabilir, ölümcül bir
hastalığa yakalanabilir. Bu durumda maddi çıkarlar üzerine kurulu bu sistem ne
olacaktır? Örneğin, bir kadınla yüzünün güzelliği için evlenmiş bir erkek, eşi
bu güzelliği bir kazada kaybederse veya yaşlanarak kırış kırış bir yüze sahip
olursa ne yapacaktır? Kuşkusuz hayatının en büyük amaçlarından biri olarak
gördüğü evliliğini son derece yanlış bir temel üzerine kurduğunu anlayacaktır.
Burada anlatılmak istenilen, evliliğin yalnızca Allah
rızası için, O'nun hükümleri doğrultusunda yapılırsa doğru bir temel üzerine
kurulacağıdır. Aksi şekilde yapılan her hareket hem dünyada hem de ahirette
kişiye mutluluk vermeyecektir. Kişi, tüm hayatını feda ettiği ve tüm planlarını
ona göre ayarladığı bu sistemin ne kadar boş ve geçici olduğunu ahirette kesin
olarak kavrayacaktır. Ancak tabii ki bu kavrayışta son derece geç kalmış
olacaktır. Dünyada kendine en yakın dost bildiği eşi, ahirette kişinin görmek
bile istemediği, hatta azaptan kurtulmak için fidye olarak vermek istediği bir
insana dönüşecektir. Hesap gününde bu gibi insanların durumunu Allah şöyle
bildirmektedir:
Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir
suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak
vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini, Ve onu barındıran aşiretini de; (Mearic Suresi, 11-13)
Ayetlerde görüldüğü gibi hesap günü inkarcılar için
dünyadaki eşin, dostun, kardeşin değeri kalmayacaktır. Hatta bu insanlar
birbirlerini fidye olarak vermek isteyecekleri gibi, dünya hayatında
birbirlerinin kötülüklerine engel olmadıkları, cehenneme davetçi oldukları için
birbirlerine lanet edeceklerdir. Geçici dünya hayatında, Allah'ın rızası
dışında kıstaslarla beraber oldukları kişiler ahirette kendilerini büyük bir
ziyana uğratacaklardır. Bu konuda Kuran'da verilen bir başka örnek de,
cehenneme karısıyla birlikte atılan Ebu Leheb'tir:
Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.
Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı. Alevi olan bir ateşe
girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış)
olarak. (Mesed Suresi, 1-5)

Allah'ın razı olacağını bildirdiği sevgi ve beraberlik
ise son derece farklı kıstaslar üzerine kurulmuştur. Zenginlik, şöhret,
güzellik böyle bir beraberlikte ana etken olmaz. Dünyanın geçici bir yer
olduğunu bilen, samimi müminler için gerçek kıstas takvadır. Bir insanın
Allah'a olan bağlılığı, sevgisi, korkusu yani takvası ne kadar yüksekse, o
insana duyulan sevgi de o derece yüksektir. Üstelik Allah'ın rızası aranarak
yapılan bir evlilik insana son derece huzur ve güven vericidir. Allah Kuran'da
böyle bir evlilik için şunları bildirmiştir:
Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size
kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması
da, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten
ayetler vardır. (Rum Suresi, 21)
Ayrıca dünyada birbirlerine takvalarından dolayı bağlı
olan müminler, ahirette de kazançlı olacaklardır. Yaşamları boyunca birbirlerini
hayra ve güzel olana davet ettikleri, cennete yönlendirdikleri için ahirette de
en yakın dostlar olacaklardır. Allah mümin erkeklerle, mümin kadınların bu
durumunu şöyle haber vermiştir:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar
birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı
dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte
Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)
"Bazı Evliliklerde Paraya Göre Karar Verilmesi Çok Küçük Düşürücüdür."
ADNAN OKTAR: ... Kadınların bir kısmı tabi hepsi değil, kimde para varsa o kişiyi kendince "en takva" kabul ediyor. "Dünyanın en iyi insanı o." diyor. Dindar olması önemli olmuyor. Çok samimiyetsiz, çok çirkin bir mantık...
Kimi seçeceklerine bir türlü tam karar veremiyorlar, çünkü sürekli daha zengini çıktığı için. "Bunun hem arabası var hem evi, bir de bunun parası daha fazla. Acaba buna mı versek? Biraz daha düşünelim, bir bakalım, karar veremiyoruz." diyorlar.
Şimdi adamın bedeniyle mi evleniyorsun ruhuyla mı evleniyorsun? Ruhuyla evleniyorsun, ruhuyla sonsuza kadar beraber olacağına göre yaşın önemi olmaz. Fakat bazıları için böyle değil. Eğer kendine, ailesine baktırmayı düşünüyorsa, bir hasta bakıcı, para basan veya yemek sağlayan birisini arıyorsa, evleneceği kişinin genç olmasını istiyor.
Ya da adamın ölmesi ihtimali var ise ve zengin ise, genç olmasını hiç istemiyorlar. Bu yanlış mantıktaki insanlara göre ne kadar yaşlı olursa, o kadar makbul oluyor. Kendince ne kadar hastalıklı olursa, o kadar makbul kabul ediyorlar. "Yaşlılık sorun değil, ben ruha bakarım." diyorlar. Daha önce reddederken birden fikir değiştiriyor. Evleniyor hakikaten ve iki-üç yıl sonra adam ölüyor yaşlı, hasta olduğu için. Hemen miras işlemleri yapılıyor, zaten herşey buna göre ayarlı oluyor.
Bu korkunç sistem ve bu korkunç ölçü acımasızca toplumun içerisinde canavar gibi geziniyor. Birçok insan bunu örtbas edip anlamazlıktan gelerek bu sistemi işletiyor. En nefret ettiği adamlarla iç içe, en rezil şartlarda onun kahrını çekmeye devam ediyor. Sırf parası için ve menfaati için, nefret ettikleri halde birbirlerini seviyor taklidi yapıyorlar.
Kalben boşanmış, fakat diliyle boşanamıyor çıkardan dolayı. Halbuki dürüst olmak lazım. Çünkü evlilik Allah aşkının yaşanması içindir. Allah'ın tecellisini görmek için evlenilir. (Sayın Adnan Oktar'ın 22 Ağustos 2010 tarihli HarunYahya.TV röportajından)
"Allah İçin Yaşayan Bir İnsana Allah Güzel Bir Evlilik İmkanı Verir."
ADNAN OKTAR: "Hocam, ben otuz yaşında şimdiye kadar hiç evlenmemiş biriyim." diyor Abdullah. Önce kendini yetiştir. Kuran'ı oku baştan sona, ahlakını güzelleştir, genel kültürünü artır, Allah'a kendini ada. Deccaliyet'e karşı çaba harca. "Hayatın bütün yönlerinden çekilerek" diyor değil mi Allah peygambere, "gece gündüz Allah için yorul" diyor. Peygamber'i biz örnek almakla mükellefiz. Hayatını Allah'a vakfet, mücahit ol, günün ceht ile geçsin, nefes alacak vaktin olmasın. O arada Allah sana isterse mal da verir, imkân da verir, para da verir, evleneceksen eş de verir. Ama sen bunların hepsini bırakıp ben evleneceğim dersen, evlendiğinde farz edelim, zaten evlenemezsin de Allah nasip etmez. Farz edelim evlendiğinde, Allah sana bir tane ölü nasip eder, ölüyle evlenirsin bilmezsin onun öyle olduğunu, zombi gibi bir kadınla evlendirir, mahvolursun. Seni mahveder, psikolojin bozulur, gücünü kaybedersin. Ondan nefret edersin çünkü Allah'a değer vermemiş oluyorsun hâşâ, Allah da sana değer vermez.
Sen Allah'ı unutursan Allah da seni unutur. Çünkü insanlar Allah'ın birer tecellisidir sen önce Allah'ı isteyeceksin. Allah için yaşayacaksın, Allah'a kendini adayacaksın Hz. Meryem gibi, Hz. İsa Mesih gibi... Bilmiyor muydu onlar evlenmeyi? Onların aklı yok muydu? En akıllıydı onlar. Hz. Meryem ailesiyle kendi arasında bir perde çekti, kendini Allah'a adadı. Kendini Allah'a vakfetti, hiç evlenmeden Cenab-ı Allah ona Hz. İsa Mesih'i, Ulül Azim bir peygamberi nasip etti ve hayatı nefis güzel geçti annemizin.
Hz. İsa Mesih hiç evlenmedi, bilmiyor muydu evlenmeyi? Allah'a kendini adadı. Cenab-ı Allah'ın yanında şu an, meleklerle, yine ibadet ediyor, yine evli değil. Bak sırf Hz. İsa için bu ayet vardır. Meleklerle ibadet eden tek peygamberdir Allah Katında. Bütün peygamberler ayrı, Hz. İsa Mesih'i Allah ayrı tutmuş. "Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar." diyor. Ölü olan ibadet etmez, diri olan ibadet eder. Melekler diridir, Hz. İsa Mesih de diridir. Kuran ayetinde var. Diri olduğu için ibadetine devam ediyor. Yeniden dünyaya gelecek... (Adnan Oktar'ın 6 Mayıs 2012 tarihli A9 Tv röportajından)
Çocuklar

İnsanın
nefsi, sınırsız bir mal, mülk ve servet sahibi olmanın yanı sıra, kendisi
öldüğünde soyunu devam ettirecek olan çocuklar edinmenin tutkusuyla da doludur.
Ne var ki Kuran'da bu tutkunun, Allah'ın rızası temeli üzerine kurulmadığı
takdirde, insanı Allah'ın zikrinden ayıran ve en önemlisi O'na ortak koşmaya
kadar götüren bir unsur olabileceği bildirilmiştir. İnsan Allah'ın kendisine
vermiş olduğu çocuklarla da denenmekte ve Allah'ın razı olacağı tavırlar
gösterip göstermeyeceği gözlemlenmektedir. "Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir
fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun Katında
olandır" (Teğabun
Suresi, 15) ayetiyle de bu açıkça bildirilmektedir.
Ayette mallar ve çocuklar için "fitne"
kelimesinin kullanılmış olması oldukça dikkat çekicidir. Çocuklar dünyanın
süsüdür ancak kimi insanlar "çocuk sahibi olma" fikrini, hayatın en
önemli amaçlarından biri olarak görmektedirler. Allah Kuran'da, çocukların
insan için büyük bir deneme konusu olduğundan bahsetmekte; çocuğa ancak
Allah'ın rızası gözetilerek sahip olunması gerektiğini, aksinde insan için
gizli bir şirk ihtimalinin oluşacağı üzerinde durmaktadır. Allah'ın kendilerine
bağışladığı çocuğu, Allah'ı unutarak bir "yaşam gayesi" haline
getiren ve kimi zaman da farkında olmadan O'na ortak koşan ailelerin örneği
Kuran'da şöyle anlatılır:
O, sizi tek bir nefisten yarattı ve
kendisiyle durulup-yatışması için ondan eşini var etti. Onu (eşini)
örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi. Nitekim
ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: "Eğer bize salih (bir
çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız." Ama O, onlara salih
(bir çocuk) verince, kendilerine verdiği şey konusunda O'na ortaklar kılmaya
başladılar. Allah, onların şirk koştuklarından yücedir. Kendileri yaratılıp
dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar?(Araf Suresi, 189-191)
Kuran'daki kıssalara bakıldığında da, peygamberlerin
çocuk isterlerken yalnızca Allah'ın rızasını gözettikleri açıkça görülür. Bu
konuyla ilgili olarak Kuran'da pek çok örnek vardır:
Hani İmran'ın karısı: "Rabbim,
karnımda olanı, "her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş
olarak" Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin
Sen" demişti... (Al-i İmran
Suresi, 35)
Hz. İbrahim'in çocuk istediği duası ise şu şekildedir:
Suresi, 128)
Yukarıdaki ayetlerde örnek gösterildiği şekilde çocuk
sahibi olmak, kuşkusuz hayırlı bir sonuç doğurur. Allah'ın razı olacağı, Kuran
ahlakını benimsemiş bir insan yetiştirmek bir ibadet hükmüne geçebilir. Ancak
aksi bir niyette insan dünyada da, ahirette de kötü bir sonuç ile
karşılaşabilir. Eğer çocuğu Allah'ın kendisine lütfedeceği bir emanet olarak
görmez de, kendisine ait olan ve onun sayesinde çevresine böbürlenip
gururlanacağı bir gösteriş unsuru sayarsa, doğru yoldan sapmış olur. Bunun
ahiretteki karşılığı ise yıkıcıdır. Ahiret günü, dünyada kendine en büyük
destekçi gördüğü çocuğunu unutur; hatta azaptan kurtulabilmek için eşini,
ailesini, kardeşini fidye vermek istediği gibi çocuğunu da fidye vermek ister.
Böylece azaptan kurtulabileceğini sanır. Fakat o gün azaptan hiçbir şekilde
kaçış yoktur.
Çocukların varlığı bir güzelliktir ve Allah'tan bir
nimettir ancak Allah rızası için edinilmeyen çocuklar dünyada birçok probleme
yol açarlar. Doğumdan itibaren çok büyük zorluklarla yetişen çocuklar, insan
için başlı başına bir meşgale olur. Birçok insan çocuğunun bir an önce büyümesi
için çalışırken, bu süre zarfında kendi yaşamındaki yılların ne kadar hızlı
geçtiğinin farkına bile varamaz. Allah rızası için sabredildiğinde büyük bir
ibadet hükmüne geçecek olan zorluklar, cahiliye kültürüne sahip insanlar için
çoğu zaman amaçsız bir sıkıntı haline dönüşebilir.
Cahiliye kültüründe karşılaşılan en büyük hayal
kırıklığı ise hiç kuşkusuz ki çocukların büyümesiyle yaşanır. Allah'ın
emrettiği ahlak doğrultusunda eğitilmeyen bir çocuk, doğal olarak cahiliye
toplumunun bozuk ahlakını benimser. Bu kötü ahlakın neticesinde ise anne
babasına karşı isyankar, vefasız bir insan ortaya çıkar. Anne-baba çocuklarını
bir nevi gelecek garantisi olarak görmüş, onun ileride, yaşlılık dönemlerinde
kendilerinin en büyük destekçisi olacağını sanmışlardır. Oysa isyankar bir ahlakla
yetişen kişi, çoğu kez bu inceliklerden tamamen yoksundur. Kendi isteklerini
gerçekleştirmeye, çıkarlarını korumaya çalışacak, anne ve babasının kendisi ile
ilgili planlarını da ancak bu çıkarlarına uyarsa yerine getirecektir. Hatta
anne-babanın kendilerini bir huzurevinde terk edilmiş olarak bulmaları da az
rastlanan bir sonuç değildir.

Oysa Kuran ahlakıyla yetiştirilmiş bir çocuğun
davranışları bambaşkadır. Çünkü Kuran'da anne babanın emeğinden, onlara karşı
gösterilmesi gereken saygıdan bahsedilir ve yaşlılık zamanında onları
incitmemek emredilir:
Ayetlerden de anlaşıldığı üzere bir insanı
yetiştirmek, ona ahiretteki durumunu düşünerek eğitim vermek çok asil bir
görevdir. Ama, eğer çocuk dünyaya ve onun geçici yararına yönelik planlar
doğrultusunda büyütülür, hazırlanırsa; bu, dünyaya yönelik her iş gibi geçici,
tatmin etmeyen ve sonuçsuz bir iş olur. Üstelik Allah rızası için yetiştirilen
çocuk mümin ahlakını benimsemese de kaybedilen bir şey yoktur. Çünkü tüm
insanların velisi Yüce Allah'tır ve kişi O'nu razı edecek şekilde bir eğitim
verdiğinde, artık gerisini Allah'a havale etmiş olur.
Dünya hayatındaki beklentilerine uygun yetiştirdiği
çocuğunda ise istediğini bulamayacağı gibi, aynı zamanda ahirette de ne
çocuğunun kendisine, ne de kendisinin çocuğuna bir faydası olacaktır. Kuran'da
bu durum şöyle bildirilir:
"… Fakat 'kulakları patlatırcasına
olan o gürleme' geldiği zaman kişi o gün kendi kardeşinden kaçar; annesinden ve
babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün onlardan her birisinin kendine
yetecek bir işi vardır." (Abese
Suresi, 33-37)
Başta da belirttiğimiz gibi insan, ancak Allah'a
kulluk etmek üzere yaratılmıştır. Dünyadaki yaşamı içerisinde kendisine
gösterilen tüm süsler, yalnızca Rabbimiz'e kulluk edip etmediğini denemek,
O'nun rızasına uygun bir yaşam sürüp sürmediğini gözlemlemek içindir. Nitekim
insan öldükten sonra, dünya hayatında yapmış olduğu ibadetlere ya da inkara
göre ahirette hesap verecek ve yaptıklarına karşılık olmak üzere ya cennet ya
da Allah'ın sonsuz azabı olan cehennem ile karşılık görecektir. Bu nedenle
insanların aklını çelen dünyadaki tüm süslerin, Allah Katında hiçbir değeri
yoktur. İnsanı Allah'a yakınlaştıracak ve ahiret hayatında onu cehennemin
sonsuz azabından kurtaracak şey; sahip olduğu malları ve çocukları değil, ancak
takvası ve imanıdır. Ayetlerde bu çok açık bir biçimde ifade edilir:
Bizim Katımız'da sizi (bize)
yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih
amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak
üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven
içindedirler. (Sebe Suresi, 37)
Gerçekten inkar edenlerin ise, ne
malları, ne çocukları, onlara Allah'tan yana bir şey sağlayamaz. İşte onlar,
ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır. (Al-i İmran Suresi, 116)
Gerçekten inkar edenlerin ise, ne
malları, ne çocukları, onlara Allah'tan yana bir şey sağlayamaz. İşte onlar,
ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır. (Mücadele Suresi, 17)
"Çocuklar Allah Sevgisi Ve Allah Korkusu İl Yetiştirilmelidir"
ADNAN OKTAR: Çocuk terbiyesinde en dikkat edilecek şey çocuğa saygı duymak ve değer vermektir. Büyük bir insan gibi, otuz yaşında bir insana nasıl davranırsan çocuğa da öyle davranmak gerekir. Hürmet edilecek, saygıyla ve akıllı konuşulacak. Çocuklar öncelikle derin sevginin yaşanacağı, Allah'ın güzel tecellileridir. Coşkun muhabbetle, aşkla sevilir çocuk. Derin sevgiyle sevilir.
Meşru istekleri yerine getirilirse de şımarmaz, tam tersine hoşuna gider, sana sevgisi artar. Ona Allah'ı sevdirdiysen, Allah'ın koruması altında olduğunu ona söylediysen, Allah'ın cenneti yarattığını, hep beraber cennete gideceğimizi, annesiyle babasıyla da cennette buluşacağını ona söylediysen, kötülük yapanları Allah'ın cezalandırdığını söylersen ama cezasında da Allah'ın çok şefkatli olduğunu söylersen o çocuk nur gibi olur. Dünya tatlısı olur. Ama oradan buradan duyulan garip açıklamalarla terbiye etmeye kalkarlarsa; bilmiş, ukala, ters, saldırgan, çılgın çocuk modelleri meydana gelir. Allah sevgisini öğreterek, Allah'ın onun için yarattığı güzel nimetleri ona hatırlatarak Allah'ı sevdirmek gerekir. Mesela çikolatayı Allah yaratıyor, o güzel elmaları Allah yaratıyor, elmanın çekirdeğinde koskoca bir elma ağacının bütün detayları saklı. Bir elma çekirdeğinden, küçücük bir elma çekirdeğinden seksen metrelik elma ağacı oluyor, binlerce dal veriyor, binlerce meyve veriyor, binlerce çiçek açıyor...
Bunların çok büyük bir mucize olduğunu çocuğa anlatmak gerekir. Allah'ın tavus kuşunu nasıl güzel yarattığı, kuşun renklerindeki güzelliği, simetriyi, kelebeğin kanatlarındaki simetriyi gösterip; "Bak çocuğum burada da bir yuvarlak var, aynısı burada da var, bunları yaratan Allah'tır. Bir de 'şeytan' denilen bir varlık var; o, bunun tam tersini söyler. Bunun tesadüflerle olduğunu söyler. Hiç tesadüfen olur mu bu çocuğum?" gibi bir mantık örgüsüyle, aklını kullandırtarak Allah'ın varlığı iyice pekişecek şekilde anlatmak lazım. "Bu simetriyi nasıl açıklayabiliriz?" diyecek. "Bak, burada da var, burada da var. Müthiş bir renk var, müthiş bir güzellik var, müthiş bir estetik ve denge var ve geometri var ve altın oran var." diyerek anlatmak gerekiyor.
Bu şekilde eğitilirlerse ömür boyu dengeli ve tutarlı olurlar. Çok çok güzel olurlar, inşaAllah. Bizim bu konularda çocuklarla ilgili kitaplarımız var. Kardeşlerimiz o kitaplardan istifade edebilirler. Sitemizde, www.harunyahya.org, kapsamlı bilgiler var çocuklarla ilgili... (Adnan Oktar'ın 14 Kasım 2010 tarihli Çay Tv röportajından)
"Çocuklara Saygı Gösterilmesi Ve Akılcı Yaklaşılması Lazım"
ADNAN OKTAR: Kimileri çocukları hep deli yerine koyarlar dikkat ederseniz, hatta deliyle konuşuyor gibi konuşurlar. Halbuki çocuklar çok zeki olurlar. ...Çocuğa derin saygı gösterilmesi, çok akılcı yaklaşılması lazım. Çocuğa Allah aşkıyla yaklaşmak lazım, son derece candan. Çocuk o samimi imanı görürse ruhunu Allah sonuna kadar açar ve bu çocuğu bereketli kılar. Mesela Hazreti İsa nasıldı çocuk yaştan itibaren, peygamberler nasıldı? Mükemmel yetişmiş insanlardı, çocukken Allah aşkını çok güçlü almış insanlardı. Çocuk yaşta Allah aşkının öğretilmesi lazım ve çocuğa çok saygılı, sevecen ve akılcı yaklaşılması lazım.
Bir de hurafe çok tehlikelidir. Kimilerinin aklına din dedin mi hurafe, hurafe dedin mi din geliyor. Böyle birşey yok. Din, dünyanın en kaliteli insanının yaşadığı sistemdir. Dindar dünyanın en kaliteli insanıdır; en akıllı, en basiretli, en ferasetli, vicdanlı, makul düşünen, son derece güvenilir bir insandır. Din, dünyayı en mükemmel şekilde kullanacağımız sistemdir, aynı zamanda Allah'ın dünyayı nasıl kullanacağımıza dair anlattığı bir sanattır. Çocuğa o ruhla yaklaşılırsa, o sevecenlikle yaklaşılırsa çok güzel netice alınır, inşaAllah. (Adnan Oktar'ın 1 Şubat 2009 tarihli Kanal 35 TV röportajından)
"Çocuklara Dini Eğitim Verilmezse Ölümü Anlayamaz, Ruhu Boşlukta Kalır."
ADNAN OKTAR: ""Çocuktur bir şey bilmez!" diye bir şey yok, çocuğa dini öğretmezsen çocuğun ruhu boşlukta kalır, dünyayı kabus gibi görür, babasının annesinin bir gün öleceğini ve yok olacağını düşünen bir çocuk ruh hastası olur. Kendisinin bir gün öleceğini, yok olacağını düşünen bir çocuk ruh hastası olur ama annesiyle babasıyla cennette kavuşacağını bilen bir çocuk, ruhen ve bedenen çok sağlıklı ve zinde olur. Öbür türlü yıkım meydana getirir, bazen ailesini kaybeden çocuklar oluyor, dehşet verici bir sonuçtur onun için. "Bir daha baban asla gelmeyecek, yokluk oldu, boşluk oldu." dersen bu çocuk için yıkım olur. Kendisinin de bir gün öyle olacağını düşünürse bu da onun için dehşet vericidir. Dolayısıyla "Bizleri Allah yaratmıştır, ahirette birlikte olacağız, cennette birlikte olacağız, babana en kısa zamanda sen de kavuşacaksın" dendiğinde o çocuğun ruhu rahatlık içinde olur, sevgisi devam eder ve içinde bir yıkım meydana gelmez. (Adnan Oktar'ın 18 Aralık 2009 tarihli Dem TV ve Tempo TV röportajından)
Afetler...
Üzerinde yaşadığımız dünya, birçok insan farkında
olmasa da, içeriden ve dışarıdan pek çok tehdit unsuruyla doludur. Göktaşları,
karadelikler, kuyruklu yıldızlar, dıştaki tehdit unsurlarının sadece bir
bölümüdür. Diğer yandan, dünyanın derinliklerine doğru inildikçe binlerce
derece sıcaklıktaki sıvı tabakaya rastlanır. Öyle ki dünyayı "ayağımızın
altında içi kaynayan bir küre" olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz.
Bunların dışında dünyayı çepeçevre kuşatan koruyucu bir atmosfer vardır. Ancak
atmosferin koruyuculuğunun yanında bir de son derece kuvvetli etkileri olan
atmosfer olayları mevcuttur; rüzgarlar, fırtınalar, tayfunlar…
Tüm bu tehdit unsurları zaman zaman etkili olmakta;
bunların sonucunda da can ve mal kaybıyla sonuçlanan ve doğal afetler olarak
adlandırılan olaylar gerçekleşmektedir. Başta depremler olmak üzere, volkan
patlamaları, seller, dev dalgalar, hortumlar, fırtınalar, büyük yangınlar
birbirlerinden farklı şiddet ve etkilere sahiptirler. Ortak yönleri ise oldukça
kısa bir zaman içinde bir şehri, orada yaşayan insanları ve diğer tüm canlıları
yok edebilmeleri ve büyük hasarlara yol açabilmeleridir. En önemlisi de insanların
bu zararları engellemeye kesinlikle güç yetirememeleridir.
Bu felaketlerin tümü, insanların çok iyi bildikleri
ama karşılaşmadıkları sürece akıllarına getirmek istemedikleri gerçeklerdir.
Dünya üzerindeki yaşam öyle uygun dengeler üzerine ayarlanmıştır ki, bu tarz
olaylar çok büyük alanlarda etkili olmaz. İnsanlar da dahil olmak üzere tüm
canlılar için adeta özel bir koruma mevcuttur. Ama bu korumanın yanısıra Allah,
zaman zaman insanlara, yaşadıkları mekanın ne derece güvensiz olabileceğini de
göstermektedir. Bahsettiğimiz afetleri meydana getirerek, üzerinde yaşadıkları
gezegene hiçbir hakimiyetleri olmadığını onlara hatırlatmaktadır. Kendi
acizliklerini kendilerine göstermekte ve bütün bunlar öğüt alıp aklını
kullanabilenler için birer düşünme nedeni olmaktadır.
Peki bunun dışında insanların bu olaylardan
çıkarmaları gereken sonuçlar nelerdir?
Kitabın
başında da üzerinde durduğumuz gibi dünya, insanların denenmesi, Allah'a iman
edenlerle etmeyenlerin ayrılması için özel olarak yaratılmış bir imtihan yeridir.
Allah bu gerçeği "… amel
bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde
yaratan O'dur..." (Hud Suresi, 7) ayetiyle
haber vermiştir.
Dünya için olan bu özel imtihan ortamı son derece
eksiksiz hazırlanmıştır; öyle ki karşılaşılan her olay belirli sebeplerle
meydana gelir. Her detay sebep-sonuç ilişkileri içerisinde gerçekleşir.
Örneğin, insanların yeryüzü üzerinde durabilmesi yerçekimi kanunuyla açıklanır;
yağmurun yağması bulutlar ve rüzgar sayesinde gerçekleşir; ölüm, kaza veya
hastalık mutlaka bir sebeple oluşur… Kuşkusuz bu tarz sebep sonuç ilişkilerini
sayfalarca sıralayabiliriz. Ancak burada önemli olan bunların sayısı değil, ne
derece "inandırıcı" bir sistem oluşturduklarıdır.
Bu sistemin bir özelliği de, her olayın insan
mantığının kavrayabileceği şekilde gelişmesidir. Örneğin, Allah zaman zaman
insanları doğal afetler yoluyla uyarabilir. Bu tarz bir olayda, mesela bir
depremi düşünelim; pek çok insan ölebilir veya yaralanabilir. Bunların arasında
gençler ve yaşlılar, erkekler ve kadınlar, hatta çocuklar olabilir. Tüm bunlar
son derece "doğal" görünür ve gafil olan insan, bu afetleri Allah'ın
özel bir amaca yönelik olarak yarattığını fark etmez. Şimdi düşünelim; eğer
böyle olmasaydı ve bir depremden yalnızca Allah'a karşı suç işleyen kişiler
etkilenseydi ne olurdu? Kuşkusuz imtihan ortamı tamamen yok olurdu. Ama Allah
böyle bir şeye izin vermemiş ve yukarıda da belirttiğimiz gibi dünyada
gerçekleşen her olayı son derece "doğal" görünümlü bir mizansende
hazırlamıştır. Bu "doğal" görünümlü olayların ardında bir amaç ve
hikmet olduğu, ancak Allah'ın farkında olan ve derin bir kavrayışa sahip olan
insanlar yani iman edenler tarafından fark edilir.
Ayrıca
Allah "Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz
sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize
döndürüleceksiniz" (Enbiya Suresi, 35) ayetiyle
tüm insanları zaman zaman iyi ve kötü olaylarla deneyeceğini bildirmiştir. Bir
olay olduğunda o ortamdaki pek çok insanın bundan etkilenmesi elbette imtihanın
bir sırrıdır. Unutulmamalıdır ki Allah sonsuz adalet sahibidir ve O, sonsuz
adaletiyle her insana yaptığının tam karşılığını ahirette verecektir. Bu
dünyada insanların başlarına gelen olaylar yalnızca bir denemedir.
Sabredenlerin de, denendiklerini fark edemeyenlerin de karşılığı eksiksiz
olarak ödenecektir. Nitekim Allah'a gönülden bağlı, O'nun yüceliğini hakkıyla
takdir edebilen insanlar dünyanın bu sırrını kavramışlardır. Başlarına bir
musibet geldiğinde hemen Allah'a yönelir ve tevbe ederler. Çünkü Allah'ın
Kuran'daki şu vaadini bilirler:

Andolsun, Biz sizi
biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle
imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet
ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a aitiz ve şüphesiz O'na
dönücüleriz." Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir
ve hidayete erenler de bunlardır. (Bakara Suresi, 155-157)
Yukarıdaki ayetlerde
de bildirildiği gibi inanan veya inanmayan tüm insanlar bazı olaylarla
denenirler. Kimi zaman doğal bir afet, kimi zaman günlük hayattan bir olay,
kimi zaman birtakım eksiklikler veya hastalıklar; dünyada insanlardan hiç uzak
olmayan gerçeklerdir. Bu tarz belalar kimi zaman şahısları, kimi zaman ise
toplumları etkileyebilecek düzeyde meydana gelirler. Örneğin, refah ve bolluk
içinde yaşayan kişilerin iflas etmesi, son derece güzel bir insanın bir kaza
sonucu yüzünün bakılamayacak hale gelmesi veya tedavisi olmayan bir hastalığa
yakalanması, ani bir fırtınayla bir şehrin zarar görmesi zaman zaman rastlanan
ve dünya hayatının "pamuk ipliği"ne bağlı olduğunu gösteren
olaylardır.
Önemli olan,
insanların bu olaylardan almaları gereken dersi kavrayabilmeleridir. Çünkü
Allah'ın insanlara, maddi ve manevi zarar veren olaylarla hatırlatmalar
yapması, o insanların bulundukları sapkın durumdan kurtulmaları, Allah'ın
dosdoğru yoluna yönelmeleri için kendilerine verilen bir mesajdır. Allah,
insanlara yaşatılan bu felaketlerin de dünya üzerindeki herşey gibi bir amaçla
yaratıldığını, bunların insanlar için birer "hatırlatıcı" olduklarını
göstermektedir. Allah Kuran'da her olayın Kendi izniyle gerçekleştiğini bize
şöyle bildirmiştir:
Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse,
onun kalbini hidayete yöneltir. Allah, herşeyi bilendir. (Teğabün Suresi, 11)
Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır.
Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim ahiret sevabını
isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri pek yakında ödüllendireceğiz.
(Al-i İmran Suresi, 145)
Karşılaşılan
zorlukların bir hikmeti de şudur: Kendini dünyada güç sahibi gören insan,
Allah'ın dilemesiyle bir anda gerçekleşen afetler karşısında, ne derece aciz
olduğunu fark eder. Ne kendine, ne de etrafındaki insanlara yardım etmeye güç
yetirebilir çünkü herşey Allah'ın elindedir; O'ndan başka zarar veya yarar
vermeye gücü yeten kimse de yoktur. Bu gerçek insanlara şöyle bildirilmiştir:
Şayet Allah sana bir
zarar dokunduracak olursa, O'ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik
dokunduracak olursa da O, herşeye güç yetirendir. (Enam Suresi, 17)
Bu bölümde çeşitli
afetleri tüm etkileriyle anlatacağız ki böylece bazı insanlara tutkuyla bağlı
oldukları dünyanın geçici bir yurt olduğunu ve asıl yaşamın ahiret hayatı
olduğunu hatırlatalım. Gözler önüne sereceğimiz bu gerçekler aynı zamanda,
meydana gelen afetler esnasında ve sonrasında, insanların içine düştükleri
çaresizliği de kendilerine göstermektedir. Bu çaresizlik, Allah'ın gücü
karşısında insanların hiçbir gücü olamayacağının ve Allah'tan başka dost ve
yardımcıları da olmadığının ifadesidir.
Depremler...

Depremler, doğa olayları içinde en zarar verici etkiye
sahip olan ve insanları en çok tehdit edenlerden biridir. Yapılan tespitlere
göre dünya üzerinde yaklaşık iki dakikada bir deprem olmaktadır. Hesaplayacak
olursak, bir sene içinde dünyada meydana gelen deprem sayısının yüzbinleri
bulabildiği ortaya çıkar. Bunların yaklaşık 20 tanesi bir şehri yıkacak güçte
depremlerdir. Fakat her zaman kalabalık nüfuslu bölgelere rastlamadıkları için
büyük bir zararla sonuçlanmazlar. Her yıl oluşan depremlerin, yaklaşık olarak
yalnızca beş tanesi yıkıma ve ölüme sebebiyet vermektedir. Bu bilgiler ışığında
düşünüldüğünde aslında insanların depremlerle çok fazla yüzyüze gelmedikleri
anlaşılmaktadır.
Yaklaşık her iki dakikada bir dünyanın herhangi bir
yerinde deprem olmasına rağmen, bu depremlerin şiddeti öylesine hassas
ayarlanmıştır ki; kimi zaman insanlar bunların varlığından bile haberdar
olmazlar. Elbette bu, Allah'ın insanlar üzerindeki korumasının bir delilidir.
Günümüzde depremler en fazla tek bir şehir ve o şehrin çevresindeki belirli
bölgelerde hissedilmektedir. Oysa Allah'ın dilemesi ile bütün dünyayı
etkileyecek şiddette, yaşamın son bulmasına neden olacak, yeryüzünü yerle bir
edecek bir sarsıntının olması da oldukça kolaydır. Nitekim yeryüzünün yapısı
gereği depremlerin oluşması normaldir; fay kırıkları, tabakalar arasındaki
boşluklar vs. bu doğa olayını kaçınılmaz kılmaktadır. Bilimsel bir kaynak,
muhtemel depremlerden şöyle söz eder:
Dünyanın
derinliklerindeki kuvvet, sert yerkabuğunu dayanma gücünün ötesinde iter,
kayalar bu gerilmeye karşı koyamayarak yoğun bir enerji patlamasıyla kırılır ve
yarılır. Bu yer sarsıntısının sonucunda şehrin bütün yapıları yerle bir
olabilir, tüm toplum bir daha geri dönmemek üzere yıkıntıların altında
kalabilir. (Doğal Felaketler, Readers Digest,
1996)
Kuşkusuz Allah'ın bir deprem meydana getirmesi için,
"doğal şartlar"ın depreme elverişli olup olmamasının bir önemi
yoktur. Allah, her dilediğini, dilediği anda gerçekleştirir. Ancak Allah,
yeryüzündeki doğal şartları da oldukça güvensiz ve istikrarsız bir halde
meydana getirmekle, insana bu dünya üzerindeki yaşamının gerçekte pamuk
ipliğine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır. Nitekim Kuran'da insanlar muhtemel
bir felaket konusunda şöyle uyarılırlar:
Artık 'kötülüğü örgütleyip
düzenleyenler', Allah'ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya
şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? Ya da
onlar, dönüp-dolaşmaktalarken, onları yakalayıvermesinden? Ki onlar (bu konuda
Allah'ı) aciz bırakacak değildirler. Veya onları bir korku üzerinde
yakalayıvermesinden (mi emindirler)? Öyleyse Rabbin, gerçekten şefkatli ve
merhamet sahibidir. (Nahl
Suresi, 45-47)
Allah dilese, saniyeler süren bu depremler, saatlerce
hatta günlerce sürebilir. İnsanlar, başlarına gelenlerin şaşkınlığını yaşarken,
yeni felaketlere maruz kalabilirler. Bu, kuşkusuz Allah için kolaydır. Ancak
Allah rahmetiyle insanları korur. İnsanlara Kendi büyüklüğünün farkına
varmaları ve O'nun dilemesine karşı gelemeyeceklerini görmeleri için
hatırlatmada bulunur. İnsanlara dünyaya yönelik çabalarının hiçbir karşılığı ve
kazancı olmadığını hatırlatır.
Bu noktada son yıllarda meydana gelen en büyük
depremleri ve etkilerini de hatırlamakta yarar var.
Japonya'da Tüm Ülkeyi Felç Eden 8.9 Şiddetindeki Deprem
Depremler son yıllarda giderek sıklaşmış ve güçleri de
nerdeyse bir ülkeyi yerle bir edecek şekilde artmıştır. 2011 yılının Mart
ayında Japonya 8.9 şiddetinde depremle adeta yerlebir olmuştur. Japonya
kıyılarını vuran 8.9 büyüklüğündeki depremin ardından yüksekliği 10 metreye
ulaşan tsunami yaşanmış, yüzlerce kişi ölmüş, yüzlerce kişi de kaybolmuştur.
Ülke, tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle karşı karşıya kalmıştır.
Japonya'da son 140 yılın en şiddetli depremi, başkent Tokyo da dahil olmak
üzere tüm ülkeyi etkilemiştir. Depremden sonra ilk tsunami, bazı bölgelerde 10
metre yüksekliğe ulaşmış, çok sayıda araç ve ev bir anda sular altında
kalmıştır. Felaket, bazı bölgelerde sanayi tesislerinde yangınlara da yol
açmıştır. Japon medyası en az 310 kişinin öldüğünü, 544 kişinin yaralandığını
ve yüzlerce kişinin kayıp olduğunu duyurmuştur.
Helikopterlerden çekilen ve Japon televizyonlarında
yayımlanan görüntüler, Kuzey'deki kıyı bölgelerinde gemilerin karaya çıktığını,
yüzlerce evin sular altında kaldığını gözler önüne sermiştir. Deprem kuşağında
yaşadıkları için bu doğal afete karşı en etkili önlemleri alan ve sürekli
deprem tatbikatı gören Japonlar, bu afetin boyutları karşısında tamamen çaresiz
kalmışlardır. Başkent Tokyo ve çevresinde, yaklaşık 4 milyon evin elektriği
kesilmiş, ulaşım sistemi felce uğramış, binlerce kişi sokaklarda, evlerinde
veya tren istasyonlarında mahsur kalmıştır.



Japonya'da yaşanan
8.9 şiddetindeki bu deprem, insanların afetler karşısında ne kadar aciz
olduklarını göstermesi açısından son derece önemlidir. Deprem ve tsunami,
Japonya'yı beklenmedik bir anda kuşatmış ve doktorlar, mühendisler, bilim
adamları kendilerini saran dev dalgalarla birkaç saniye içinde yaşamlarını
yitirmişlerdir. Ne kariyerleri, ne malları, ne paraları, ne de çok değer
verdikleri şirketleri ve aileleri kendilerini kurtaramamıştır. Fabrikalar,
evler, banka kasalarındaki paralar, mücevherler, hepsi suların altına
gömülmüştür. Bu gibi büyük felaketler dünyanın geçiciliğinin yanısıra,
teknolojinin, gücün, paranın aslında hiçbir işe yaramadığını da bize hatırlatır.
Teknolojinin Yenilgisi: Kobe Depremi
Sahip oldukları teknolojinin üstünlüğü, çoğu zaman bazı insanlara doğaya hükmetmeye güçleri varmış gibi bir his verir. Oysa bu hisse kapılanlar, çok kısa süre içerisinde hayal kırıklığına uğrayabilirler. Çünkü sonuç olarak teknoloji de Allah'ın, insanların hizmetine verdiği bir araçtır ve Allah'ın hakimiyeti altındadır. Nitekim en üstün teknolojinin dahi doğaya hükmetme imkanına sahip olmadığını çeşitli olaylar insanlara ispatlamıştır.
Örneğin Japonlar, yapılarında titizlikle uyguladıkları "depreme karşı tedbir" teknolojisine rağmen, 1995 yılının Ocak ayında sabaha karşı meydana gelen bir depreme yenik düşmekten kurtulamamışlardı. İleri bir teknoloji ile inşa ettikleri binaların çoğu kağıttan yapılmışçasına yıkılmıştı. Japon hükümeti ve üniversiteleri, depremleri önceden haber veren bir yönteme sahip olabilmek için, yaptıkları sayısız araştırmalara son 30 yıl içinde bir milyar dolar (yaklaşık 40 trilyon lira) yatırmışlardı. Ama başarılı olamadılar, çünkü yer kabuğundaki sarsıntıları tanıyıp sınıflandırmak için yüzde yüz geçerli modeller geliştirmek olanaksızdır. Nitekim Kobe'de meydana gelen deprem farklı özelliği açısından bu duruma bir örnek teşkil etmektedir.



Kobe'de halk, depremi kendilerine birkaç saat, hatta birkaç gün önceden haber verebilecek bir sisteme güvenmekteydi. Fakat bu güzel liman kentini bir anda altüst eden ve merkezi Kobe'den 25 km. uzaklıkta ve denizin 15 km. altında bulunan depremi hiçbir sistem haber veremedi. Japonların "en güçlü depreme bile dayanır" dedikleri binalarının, bu şiddetli depreme karşı bir dayanma gücünün olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Depremin gerçekleştiği Kobe ve Osaka kentlerinin bulunduğu bölge, Japonya'nın önde gelen sanayi ve ticaret merkezlerindendi. Bu yüzden deprem sonrasındaki maddi zarar milyarlarca dolar oldu.
Bu büyük depremle birlikte ummadıkları bir zamanda gelen büyük bela sebebiyle bölge halkı, değil geleceğe yönelik bir plan yapmak, bulundukları anda bile ne yapacaklarını bilemez duruma gelmişlerdi.
Depremlerin içinde bulunduğumuz yüzyılda hem şiddet hem de sayı olarak artması bizim için başka bir önem daha taşımaktadır. Bize ahir zamanda yani dünyanın son dönemlerinde olduğumuzu hatırlatmaktadır.
Depremlerin Sürekli Artması Ve Şiddetini Artırması Hz. Mehdi'nin Çıkış Alametlerindendir
Şu hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır... Depremler çoğalacak... (Ramuz-El Ehadis, 476/11)
Kıyametten önce iki büyük hadise vardır... ve sonra da zelzeleli yıllar. (Ramuz-El Ehadis, 187/2)
Anlaşmazlıklar ve sık sık depremler vaki olacak... (Kıyamet Alametleri, s. 166)
Son birkaç yıl içinde meydana gelen yüksek şiddetli depremler, dünya kamuoyunun gündeminde ilk sıralarda yer almaktadır. Depremlerin dünya tarihinde ilk kez bu denli çok sayıda ve sıklıkta olması, ayrıca şiddetlerinin de oldukça yüksek rakamlara ulaşması, Hz. Mehdi (as)'ın çıkışının bir habercisidir.
Yakın geçmişe bakıldığında deprem sayısının çok az olduğu görülmektedir. Örneğin; ABD Jeolojik Araştırma Kurumu'nun raporlarına göre 1556-1975 yılları arasındaki yaklaşık 400 yılda meydana gelen 5.0 ve daha büyük şiddetteki depremlerin sayısı sadece 110'dur. Hicri 1400 yılının başından itibaren ise depremler dünya tarihinde görülmemiş şekilde artmıştır. Kuşkusuz ki bu rakamlar Hicri 1400 (Miladi 1979-1980) yılının başından itibaren depremlerin sayısındaki artışı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sadece 1999 yılında yeryüzünde küçük veya büyük şiddette 20.832 deprem meydana gelmiştir. Bu depremlerde resmi açıklamalara göre tahmini olarak 22.711 insan ölmüştür. Tıpkı Peygamber (sav)'in hadisinde belirttiği gibi:
"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki, bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür…" (İbni Asakır, Geleceğin Tarihi 1, Orhan Baytan, Mevsim Yayıncılık, s. 81)
Son otuz yılda dünyada gerçekleşen depremlerden birkaçı şöyledir:
Tarih : 28 Temmuz 1976
Yer : Çin
Şiddet : 7.8
28 Temmuz 1976'da Çin'de 7.8 büyüklüğünde deprem oldu. 242 bin kişi hayatını kaybetti ve 164 bin kişi yaralandı.
Tarih : 07 Aralık 1988
Yer : Ermenistan
Şiddet : 6.9
7 Aralık 1988'de Ermenistan'da meydana gelen depremde 20.000 kişi hayatını kaybetti, 500.000 kişi de evsiz kaldı.
Tarih : 17 Ocak 1995
Yer : Kobe
Şiddet : 7.7
1995 yılındaki Kobe Depremi, 20 saniye sürmesine rağmen 100 milyar dolar civarında zarar oldu.
Tarih : 26 Ocak 2001
Yer : Hindistan
Şiddet : 7.9
Hindistan'da 26 Ocak 2001'de yaşanan 7,9 şiddetindeki depremde 30 bin kişi hayatını kaybetti, 166 bin kişi yaralandı.
Tarih : 26 Aralık 2003
Yer : İran
Şiddet : 6.7
26 Aralık 2003'te İran'da meydana gelen 6.7 büyüklüğündeki depremde 20 bin kişi hayatını kaybetti, 50 bin kişi yaralandı.
Tarih : 26 Aralık 2004
Yer : Endonezya
Şiddet : 9
26 Aralık 2004'te Endonezya'da, 9.0 büyüklüğündeki deprem sonucu oluşan tsunamide 300 bin kişi hayatını kaybetti.
Tarih : 08 Ekim 2005
Yer : Pakistan
Şiddet : 7.6
8 Ekim 2005'te Pakistan'da gerçekleşen 7.6 şiddetindeki depremde yaklaşık 100 bin kişi hayatını kaybetti.
Son 30 yıl içinde, yani Hicri 1400 itibariyle, burada saydıklarımızın dışında irili ufaklı çok sayıda deprem yaşanmıştır. Bu depremler sonucu binlerce insan evsiz kalmıştır.
Peygamber Efendimiz (sav)'in bir hadisinde de bu duruma işaret edilmektedir:
"Barınacak evler, sizi taşıyacak hayvanlar bulamayacağınız günler yaklaşmıştır. Çünkü evlerinizi depremler yıkacak..." (Kıyamet Alametleri, s. 146)

Peygamber Efendimiz
(sav)'in hadisleri yanı sıra, Kuran'da da depremle kıyamet arasındaki ilişkiye
işaret eden ayetler bulunmaktadır.
Kuran'ın 99.
Suresi'nin adı Zelzele (büyük sarsıntı, deprem)'dir. Bu surede yerin şiddetli
sarsıntısı tasvir edilmekte, bunun ardından da kıyamet günü insanların
diriltilecekleri ve Yüce Allah'ın huzurunda hesap verecekleri bildirilmektedir:
Yer, o şiddetli
sarsıntıyla sarsıldığı, Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı, Ve insan:
"Buna ne oluyor?" dediği zaman, O gün (yer) haberlerini anlatacaktır.
Çünkü senin Rabbin ona vahyetmiştir.
O gün insanlar,
amelleri kendilerine gösterilsin diye bölük bölük fırlayıp-çıkarlar.
Artık kim zerre
ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer
(kötülük) işlerse, onu görür. (Zelzele Suresi, 1-8)
Diğer ahir zaman
alametleriyle birlikte incelendiğinde günümüzde yaşanan, giderek artan ve
gücünü de artıran afetlerin sıradan olaylar olmadığı, çok önemli bir dönemin ve
bu dönemde zuhur ederek bütün Müslüman aleminin kurtuluşuna vesile olacak olan
Hz. Mehdi (as)'ın zuhurunun habercisi olduğu açıkça görülmektedir.
Tayfunlar, Kasırgalar, Hortumlar...

Tayfun, kasırga gibi atmosfer olayları da dünya
üzerinde sıkça karşılaştığımız afetlerdendir. Bu olaylar sırasında oluşan
rüzgarlar kimi zaman evleri, binaları, barakaları, ağaçları, elektrik
direklerini ve insanları fırlatıp savuracak kadar güçlüdür.
Özellikle güçlü tayfunlar, denizi de çalkalayarak dev
dalgaların oluşmasına ve denizin aniden kabarmasına sebep olurlar. Fırtına
dalgası olarak isim lendirilen bu olayda, dalgalar çok güçlü bir etkiyle
kıyıdan karaya vurur. Bu, kimi zaman o bölgedeki karanın tamamen sular altında
kalmasıyla sonuçlanabilir. Ayrıca tayfunla gelen yağmur, özellikle nehir
alanlarında ciddi sellere yol açar.
Çoğunlukla sadece hafif bir esinti olarak
hissettiğimiz rüzgarın, kimi zaman insanları, hayvanları, taşıtları ve hatta
evleri hareket ettirecek güçte olması, Allah'ın kudretini gözler önüne
sermektedir. Burada da depremler için geçerli olan kanun işlemektedir. Allah
dilese tayfun, kasırga, hortum gibi atmosfer olaylarını çok şiddetli ve sık
olarak oluşturabilir. İnsanlar birinin zararlarını telafi edemeden diğerlerine
yakalanabilirler. Kuran'da rüzgarların Allah'ın kontrolünde olduğu, insanlara
şöyle hatırlatılmıştır:
Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden
emin misiniz? Bir bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır. Yoksa
gökte olanın üzerinize 'taş yağdıran (fırtınalı) bir rüzgar' göndermeyeceğinden
emin misiniz? Siz o takdirde Benim uyarmam nasılmış bilip-öğreneceksiniz.
Andolsun, kendilerinden öncekiler de yalanladı. Fakat Beni inkar (etmelerine
karşılık verdiğim azab) nasılmış? (Mülk
Suresi, 16-18)
Oysa Allah her olayda olduğu gibi burada da insanlar
üzerindeki korumasını göstermekte; onları ara ara gönderdiği fırtınalarla
uyarmaktadır. Uyarmaktadır ki; insanlar dünyada ne amaçla bulunduklarını,
Allah'ın gücü karşısındaki acizliklerini ve O'na hesap verecekleri günle
karşılaşacaklarını unutmasınlar.

Yanardağlar, Volkanlar


Yer kabuğunun sismik hareketi sonucu meydana gelen
depremlerin yanında, volkanik dağlarda oluşan patlamalar da önemli doğal
felaketler arasındadır. Dünyada 550'si yer üstünde ve diğerleri deniz dibinde
olmak üzere 1500 dolayında aktif yanardağ bulunmaktadır. Bunlardan herhangi
birinin, herhangi bir zamanda harekete geçmesi son derece kolaydır. Bir
yanardağ harekete geçtiğinde ise kısa bir süre içinde bulunduğu bölgenin tümünü
etkisi altına alabilir. Hiçbir teknolojinin bunu engellemeye güç yetirmesi de
mümkün olmaz.
Volkanlar, tarihte ve günümüzde oldukça büyük izler
bırakmışlardır. Geçmişte var olan şehirleri haritadan silmiş, toplumları yok
etmişlerdir. Ekinler yok olmuş, tarlalar küllerle ve gökyüzü de toz
bulutlarıyla kaplanmıştır.
Büyük bir azap kaynağı olan yanardağ patlamaları,
tarihte Pompei gibi büyük şehirleri yok etmiştir. Vezüv yanardağının
hareketlenerek hiç kimseye kaçma fırsatı vermemiş olması kuşkusuz ibret
vericidir.
Günümüzde de etkilerini sürdüren yanardağlar kimsenin
beklemediği bir anda faaliyete geçmekte ve oluşturdukları lavlar, uzun
mesafeler boyunca ilerleyerek büyük zarara yol açmaktadır. Patlamanın lavlar
dışında bir diğer etkisi de önüne çıkan herşeyi yakıp yutan, gaz ve külden oluşmuş
bir rüzgarın oluşmasıdır. Bu rüzgarın hızı bazen saatte 160 km'ye kadar
çıkmakta, yakıcı bir etkisi olmakta, görüş açısını neredeyse yok etmektedir.
200 aktif volkana sahip Endonezya'daki Karakatou
yanardağında 1883 yılında görülen patlama, 160'dan fazla köyün yok olması ve
36.000 kişinin bu patlama sonucunda oluşan tsunamide (dev dalgalarda)
boğulmasıyla sonuçlanmıştır. Patlamanın tozları, 10 gün sonra 3000 mil uzağa
kadar düşmüştür.
Volkanların bir diğer özelliği de umulmadık bir
zamanda harekete geçmeleridir. 1985 yılında, 150 yıllık bir uykudan sonra,
Nevado del Ruiz yanardağının patlaması da buna bir örnektir. Binlerce insanın
ölümüne neden olan bu patlama, aslında oldukça küçük bir patlamadır. Bir kıyas
yapmak gerekirse, 1980'de meydana gelen St. Helens Dağı'nın patlamasının ancak
% 3'ü şiddetindedir. Nevado Del Ruiz'in patlaması, o bölgede bulunan buz ve
karı eritmeye yetecek kadar ısı yaydığı için, çamur ve su seli, dağın
eteklerinden gelerek Armero şehrini silip süpürmüştür. Bu patlama, 1902'de Karayip
adasında 30.000 kişinin ölümüyle sonuçlanan Pelee Dağı patlamasından beri
görülen en büyük volkan felaketidir. Bu olay esnasında yatmaya hazırlanan
25.000 kişiden, ertesi sabah sadece 2.000'inin kaldığı tespit edilmiştir.
Geriye kalan 23.000 kişi patlama sonunda çamura gömülmüştür.
Bu olaylarla da anladığımız gibi, Allah insanlara
ölümün ne kadar kolay ve yakın olduğunu göstermekte; onları dünyada var oluş
amaçlarını düşünmeye davet etmektedir. Allah'ın sonsuz gücünü gören insanlara
düşen de, dünyada yaşayacakları 50-60 yılı çok uzun görüp ebedi hayatları olan
ahireti unutmamalarıdır. Her ne sebeple olursa olsun herkes mutlaka bir gün
ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap verecektir:
Yerin başka bir yere, göklerin de (başka
göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna
çıka(rıla)caklardır. (İbrahim
Suresi, 48)
Tsunamiler
Japonca bir kelime olan tsunami, liman dalgası anlamını taşır. Genellikle denizde depremlerden sonra meydana gelen dev dalgalardır. Bu dev dalgaların etkisinin bazı durumlarda atom bombasının verdiği tahribata yaklaştığı da kaydedilmiştir. Özellikle yukarıda bahsettiğimiz 2011 yılının Mart ayında Japonya'da meydana gelen tsunami Japonya'yı kıskıvrak yakalamış, tüm hayatı bir anda durdurmuş, insanlar teknolojinin böylesine büyük bir felaket karşısında ne kadar aciz kaldığına şahit olmuşlardır.
Seller


Avustralya'nın üçüncü büyük kenti ve Queensland eyaletinin başkenti Brisbane, 2011 yılında yüzyılın en kötü sel felaketini yaşadı. 36 saat durmadan devam eden yağışlar karanın iç kısımlarında tsunami etkisine yol açarak su seviyesini bir buçuk metre yükseltti, 6500 ev ve iş yeri sular altında kaldı. 2014 yılında Pakistan'da şiddetli yağışların yol açtığı sel ve heyelan ise köprülerin yıkılmasına ve binlerce kişinin evsiz kalmasına yol açtı.
Yeryüzünün pek çok bölgesinin böylesine ciddi tehditlerle karşı karşıya olması kuşkusuz önemli bir gerçeğin habercisidir: Allah insanlara her yönden azap göndermeye ve tüm kazandıklarını saniyeler içinde geri almaya kadirdir. Felaketlerin yeryüzünün her yanından gelmesi, insanların Allah'ın dilemesi dışında hiçbir yerde güvende olamayacaklarının en belirgin göstergesidir. Allah, azabı dilediği şekilde; yerin altından üstünden, karadan ve denizden göndermektedir. Ve insanları, bu gerçeği akılsızca göz ardı etmemeleri konusunda uyarmaktadır:
O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz. (Araf Suresi, 97-99)
Nitekim Allah'ın insanlar için bir nimet ve güzellik olarak verdiği su, yine Allah'ın dilemesiyle kahredici bir azaba da sebep olabilmektedir. Her yıl mutlaka böyle bir sel felaketine şahit olmalarına rağmen, bazı insanların bunu kendilerinden uzak görmeleri ise şaşırtıcıdır.
Günümüzde Giderek Artan Şiddetli Kasırgalar, Seller ve Tsunamiler de Ahir Zamanın İşaretlerindendir
Peygamber Efendimiz (sav), bundan 1400 yıl önce içinde bulunduğumuz ahir zamanda artan yağışların ciddi felaketlere sebebiyet vereceğini hadislerinde bildirmiştir:
◉ Ev ve kulübe bırakmayan şiddetli bir yağmur yağıncaya kadar kıyamet kopmaz. (Kıyamet Alametleri, s. 253)
◉ Gökten şiddetli yağmur yağıp taş binalar hariç bütün kerpiç evler yıkılmadıkça kıyamet kopmaz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 13/291, Hadis no: 7554)
◉ "Yağmurun çoğalması, otların azalması... kıyametin yaklaşmasındandır." (Kıyamet Alametleri, s. 137)
Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla sayıda afet haberini her gün televizyonlarda izliyor, gazetelerde okuyoruz. Doğal afetlerin son yıllarda hem sayı olarak hem de oluşturduğu kayıplar bakımından arttığı istatistiksel bir gerçektir. İçinde bulunduğumuz dönemde yaşanan doğal felaketler dünyanın pekçok ülkesinde milyonlarca insanı etkilemiş ve hesaplanamayacak büyüklükte maddi hasara yol açmıştır.
◉ Kıtlık ve fitneler yılı; yağmurun yağmaması değil, yağmurun yağıp yağıp da bitki adına birşey bitirmemesidir. (Müslim; Kıyamet ve Alametleri, Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, s. 77)
◉ İnsanların üzerine yağmurun bolluğu, fakat verimin azlığıyla aldatıcı yıllar gelecektir. (İbn-i Mace, hadis no: 4036; Kıyamet ve Alametleri, Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, s. 66)
◉ "Evet; Ey Selman! Kuyruklu yıldız çıktığı, seller çoğaldığı, ... zaman.." (Medineli Allâme Muhammed b. Resul el-Hüseynî el-Berzencî, Kıyamet Alametleri, s. 151)
1950-2000 yılları arasında dünya çapında yaşanan sel felaketleri grafiksel olarak incelendiğinde, son 30 yıla girdiğimizde bu artış hızının çok büyük çapta yükseldiği gözlenmektedir:
YIL 1991, BANGLADEŞ
Sel felaketinde 120.000'den fazla kişi hayatını kaybetti, milyonlarca kişi evsiz kaldı.
YIL 2000, MOZAMBİK
1 milyon kişi sel yüzünden evsiz kaldı
YIL 2002, HİNDİSTAN, NEPAL, BANGLADEŞ
Mevsimsel muson yağmurlarının yol açtığı felaketlerde yaklaşık 1000 kişi öldü.
YIL 2003, ÇİN
Şiddetli yaz yağmurlarından 2000 kişi öldü, 300 bin kişi evsiz kaldı.
YIL 2004, ENDONEZYA
Tsunaminin neden olduğu sel felaketinde 230.000 kişi hayatını kaybetti.
YIL 2007, ASYA
20 milyon kişi evsiz kaldı.
YIL 2008, HİNDİSTAN
3 ay süren yoğun yağışlar nedeniyle 2400 kişi hayatını kaybetti.
YIL 2010, PAKİSTAN
Pakistan'ın yüzde 70'i sular altında kaldı, 4 milyon kişi evsiz kaldı, 1000'den fazla kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi kayboldu.
YIL 2010, KOLOMBİYA
1 milyon 300 bin kişi evsiz kaldı.
YIL 2011, BREZİLYA
Ülke tarihinin en büyük sel felaketinde 700 kişi hayatını kaybetti, 14.000 kişi evsiz kaldı.
Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde bildirdiği gibi onbinlerce kişinin hayatını kaybettiği, milyonlarca kişinin evsiz kaldığı, taş taş üstünde bırakmayan, tüm ekinlerin yok olmasına neden olan şiddetli yağışların neden olduğu ahir zaman selleri son 30 yıldır dehşetli bir yoğunlukta yaşanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (sav), bundan 1400 yıl önce içinde bulunduğumuz ahir zamanda artan yağışların ciddi felaketlere sebebiyet vereceğini hadislerinde bildirmiştir:
◉ Ev ve kulübe bırakmayan şiddetli bir yağmur yağıncaya kadar kıyamet kopmaz. (Kıyamet Alametleri, s. 253)
◉ Gökten şiddetli yağmur yağıp taş binalar hariç bütün kerpiç evler yıkılmadıkça kıyamet kopmaz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 13/291, Hadis no: 7554)
◉ "Yağmurun çoğalması, otların azalması... kıyametin yaklaşmasındandır." (Kıyamet Alametleri, s. 137)
Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla sayıda afet haberini her gün televizyonlarda izliyor, gazetelerde okuyoruz. Doğal afetlerin son yıllarda hem sayı olarak hem de oluşturduğu kayıplar bakımından arttığı istatistiksel bir gerçektir. İçinde bulunduğumuz dönemde yaşanan doğal felaketler dünyanın pekçok ülkesinde milyonlarca insanı etkilemiş ve hesaplanamayacak büyüklükte maddi hasara yol açmıştır.
◉ Kıtlık ve fitneler yılı; yağmurun yağmaması değil, yağmurun yağıp yağıp da bitki adına birşey bitirmemesidir. (Müslim; Kıyamet ve Alametleri, Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, s. 77)
◉ İnsanların üzerine yağmurun bolluğu, fakat verimin azlığıyla aldatıcı yıllar gelecektir. (İbn-i Mace, hadis no: 4036; Kıyamet ve Alametleri, Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, s. 66)
◉ "Evet; Ey Selman! Kuyruklu yıldız çıktığı, seller çoğaldığı, ... zaman.." (Medineli Allâme Muhammed b. Resul el-Hüseynî el-Berzencî, Kıyamet Alametleri, s. 151)
1950-2000 yılları arasında dünya çapında yaşanan sel felaketleri grafiksel olarak incelendiğinde, son 30 yıla girdiğimizde bu artış hızının çok büyük çapta yükseldiği gözlenmektedir:
YIL 1991, BANGLADEŞ
Sel felaketinde 120.000'den fazla kişi hayatını kaybetti, milyonlarca kişi evsiz kaldı.
YIL 2000, MOZAMBİK
1 milyon kişi sel yüzünden evsiz kaldı
YIL 2002, HİNDİSTAN, NEPAL, BANGLADEŞ
Mevsimsel muson yağmurlarının yol açtığı felaketlerde yaklaşık 1000 kişi öldü.
YIL 2003, ÇİN
Şiddetli yaz yağmurlarından 2000 kişi öldü, 300 bin kişi evsiz kaldı.
YIL 2004, ENDONEZYA
Tsunaminin neden olduğu sel felaketinde 230.000 kişi hayatını kaybetti.
YIL 2007, ASYA
20 milyon kişi evsiz kaldı.
YIL 2008, HİNDİSTAN
3 ay süren yoğun yağışlar nedeniyle 2400 kişi hayatını kaybetti.
YIL 2010, PAKİSTAN
Pakistan'ın yüzde 70'i sular altında kaldı, 4 milyon kişi evsiz kaldı, 1000'den fazla kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi kayboldu.
YIL 2010, KOLOMBİYA
1 milyon 300 bin kişi evsiz kaldı.
YIL 2011, BREZİLYA
Ülke tarihinin en büyük sel felaketinde 700 kişi hayatını kaybetti, 14.000 kişi evsiz kaldı.
Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde bildirdiği gibi onbinlerce kişinin hayatını kaybettiği, milyonlarca kişinin evsiz kaldığı, taş taş üstünde bırakmayan, tüm ekinlerin yok olmasına neden olan şiddetli yağışların neden olduğu ahir zaman selleri son 30 yıldır dehşetli bir yoğunlukta yaşanmaktadır.
Tarihten İbret Verici Bir Örnek: Titanik


Dünya tarihi, sahip oldukları güce ve teknolojiye
güvenerek Allah'ın kudretini unutan insanların başlarına gelen ibretlik
olaylarla doludur. Bu olayların her biri, ne gücün, ne zenginliğin, ne bilimin,
ne de teknolojinin, kısaca hiçbir şeyin Allah'ın takdirine karşı koyamayacağını
ispat etmesi ve O'nun gücünün ve büyüklüğünün herşeyin üstünde olduğunu bir
kere daha insanlara hatırlatması açısından oldukça önemlidir.
Sayısız örneğini verebileceğimiz bu olayların en çok
bilinenlerinden birisi de, bundan yaklaşık 86 sene evvel Titanik adlı
transatlantiğin başına gelen felaketti. Titanik, 15 bin kişinin çalışması
sonucunda üretilen görkemli bir yolcu gemisiydi. 55 metre yükseklik ve 275
metre uzunluğuyla o ana kadar yapılmış en büyük ve en ihtişamlı gemiydi. Bazı
insanlar, teknik donanım olarak da çok üstün biçimde inşa edildiği için,
geminin ne olursa olsun batmayacağına kendilerini inandırmışlardı. Ancak buna
güvenenler önemli bir gerçeği unutuyorlardı: Allah'ın takdir ettiği kadere,
hiçbir şekilde karşı konamazdı. Nitekim hiç umulmadık küçük bir hasar,
teknolojiyi safdışı bırakıp geminin kısa süre içinde batmasına sebep oldu.
Gemiden kurtulanlar, batacakları kesinleştiği zaman
birçok kişinin güvertede toplanıp dua etmeye başladıklarını anlatmışlardır.
Nitekim Kuran'ın birçok ayetinde, insanların sıkıntı veya tehlike durumunda
Allah'a dua ettikleri ancak sıkıntı üstlerinden kaldırılınca ettikleri duaları
unuttukları bildirilmiştir:
Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için
denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten O, size karşı merhametli
olandır. Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında
taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine)
sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden
veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz?
Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. Veya sizi bir kere daha ona (denize)
gönderip üzerinize kırıp geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz
nedeniyle sizi batırmasına karşı emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı
alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra
Suresi, 66-69)
Bir insan hayatında böyle bir olay yaşamış veya
yaşamamış olsun, dünyadaki herşeyin geçici olduğunu ve bütün gücün Allah'a ait
olduğunu asla unutmamalıdır. Çünkü insan, böyle bir olayla karşılaştığında bir
daha geride bıraktığı hataları telafi ihtimaline sahip olmayabilir. Allah
ölümü, insanın karşısına hiç ummadığı bir anda çıkarabilir:
Onlar, göklerin ve yerin 'bağımlı olduğu
egemenliğe ve sünnete' (melekût) Allah'ın yarattığı şeylere ve ihtimal (verip)
ecellerinin pek yaklaştığına bakmıyorlar mı? Bundan sonra onlar artık hangi
söze inanacaklar? (Araf Suresi, 185)

A. Dünya
B. Güneş
a. Dünya yörüngesinin içindekiler (kırmızı)
b. Dünyaya yaklaşanlar (sarı)
c. Diğer göktaşları (yeşil)
Dünyayı her an vurmaya hazır yüz binlerce göktaşı Dünyanın etrafını bir bulut gibi sardı.
Yan sayfada gördüğünüz resim 1980-2010 yılları arasında dünyanın etrafında tespit edilen göktaşlarını göstermektedir. Bu bilimsel çalışmada kırmızı renkli noktalar, Dünya yörüngesine giren göktaşlarını, sarı renkli noktalar Dünya yörüngesine yaklaşan göktaşlarını, yeşil renkli noktalar ise diğer göktaşlarını temsil etmektedir.
İngiliz astronom Scott Manley son 30 yılda keşfedilen
göktaşlarının günlük haritasını çıkararak toplam 11.000 resimden oluşan bir
video oluşturmuştur. Bu çalışmaya göre:
YIL 1980: Göktaşları
Dünyanın etrafında belirmeye başlıyor.
1980 yılında Dünyanın etrafında tespit edilebilen 8,954 tane göktaşı görülüyor.
1980 yılında Dünyanın etrafında tespit edilebilen 8,954 tane göktaşı görülüyor.
YIL 1985: Göktaşı
sayısı 11.696
YIL 1990: Göktaşı
sayısı 14536'ya ulaştı.
YIL 1995: Dünyanın
etrafındaki göktaşı sayısı 23.104'e ulaştı.
YIL 1999: Göktaşı
sayısı 49.009.
1999 yılına kadar göktaşlarının miktarındaki artış belli bir oranda ilerlerken bu tarihten itibaren göktaşı sayısının artış hızı büyük bir ivme kazanıyor.
1999 yılına kadar göktaşlarının miktarındaki artış belli bir oranda ilerlerken bu tarihten itibaren göktaşı sayısının artış hızı büyük bir ivme kazanıyor.
İngiliz gazetesi Daily Mail, Dünya’yı hızla sona doğru
hazırlayan göktaşlarının bu olağanüstü artışını şu başlıkla duyurdu: "Güneş
Sisteminde ürkütücü yoğunluktaki göktaşları: Yeni video orada kaç tane göktaşı
olduğunu ortaya çıkardı..."


2000 yılına girdiğimizde Dünya’nın etrafındaki göktaşı sayısı daha önce görülmedik bir hızla artarak yaklaşık bir misli sayıya, 118.441'e ulaşıyor.
YIL 2003: Göktaşı
sayısı 226.693. Dünya’ya en yakın ve en güçlü tehdidi oluşturan kırmızı renkli
göktaşlarının sayısı oldukça artmış durumda.
YIL 2007: Göktaşı
sayısı 27 yıl öncesine göre 44 kat arttı. Bu tarihte tespit edilebilen toplam
göktaşı sayısı 389.325.
Ayrıca tespit edilen bu göktaşlarının yanı sıra Dünya
yörüngesinde hareket eden 100 bin ila 1 milyon adet keşfedilmemiş göktaşı
olduğu tahmin edilmektedir.
YIL 2009: Dünya
yörüngesinin içindeki kırmızı renk yoğunluğu iyice artıyor.
2010 yılına geldiğimizde Dünya yörüngesi, yeşil renkli yoğun göktaşı
bulutuyla tamamen çevrilmiş durumda. Ancak daha da riskli olan Dünya
yörüngesinin içinde olan kırmızı göktaşlarının, Dünya’nın etrafında
oluşturdukları tehlikeli birikim.
Son olarak 3 Ocak günü alınan göktaşı haritasında
Dünya’nın göktaşları arasından güçlükle seçildiği görülüyor.
Dünya, etrafını saran bu dev ateş toplarından biriyle
her an isabet alabilir. Allah, Dünya’nın sonunu getirecek olan kıyamet saati
için bir vakit belirlemiştir ve bu göktaşları o saate doğru büyük bir hızla
ilerliyorlar.
Kuran ayetlerinde bu durum hakkında şöyle
buyurulmaktadır:
Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının,
çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Gerçek şu ki, kıyamet-saati
yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları
diriltecektir. (Hac Suresi, 1-
7)
Şu an sayıları yaklaşık 540 bini bulan bu
göktaşlarından biri Dünya’ya vurup, Dünya’yı ayakta tutan tüm sistemlerin
altüst olmasına, Dünya’nın içine çöküp uzayda dağılmasına ve yeryüzündeki
canlılığın sona ermesine neden olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Peygamber Efendimiz (sav) de hadislerinde ahir zamanda
yaşanacak olaylar hakkında bilgi verirken 'gökten yağacak taşlar' hakkında
şöyle bilgi vermiştir:
"Bu ümmetimin son anında yer
batması, şekil değişmesi ve GÖKTEN TAŞ YAĞMA OLAYLARI VUKU BULACAKTIR." (Tirmizi)
Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri,
önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği
zaman... gökten taş yağmasını bekleyin." (Kütüb-ü Sitte, 14/340; Tirmizî, Fiten 31, (2307) )
Kuran'da kıyamet saatine işaret eden ayetlerden biri
de şöyledir:
"(Ki bu taşların her biri,)
Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı)
işaretlenmiştir." (Zariyat
Suresi, 34)
Bu ayetin ebcedi 1980 tarihini vermektedir. 1980 yılı
yani Hicri 1400 yılı Hz. Mehdi (as)'ın çıkış tarihidir. Ayrıca bu tarih
göktaşlarının yoğunlaşmaya başladığı tarihin de başlangıcıdır.
Allah, Hz. Mehdi (as)'ın çıkışıyla birlikte insanlığın
son kez Kuran ahlakına yönelmesi sürecini başlatmıştır.
1999 yılında göktaşlarının artışına işaret eden ayet
ise şöyledir:
EĞER GÖKTEN BİR PARÇANIN DÜŞMEKTE
OLDUĞUNU GÖRSELER BİLE: "ÜST ÜSTE YIĞILMIŞ BİR BULUTTUR."
DERLER. (TUR SURESİ, 44)
Bu ayetin ebcedi ise 1999 tarihini vermektedir.
Göktaşlarının 1980 yılında artmaya başlaması ve 1999 yılının sonlarına doğru bu
artış hızının olağanüstü şekilde yükselmesi kıyamet alametlerindendir.
(Doğrusunu Allah bilir)
ADNAN OKTAR: Tur Suresi'nde "Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile, ‘üst üste yığılmış bir buluttur’ derler" diye bildiriliyor. İşte bu kıyamet öncesi olaya da işaret ediyor. Çünkü Dünya’ya bir göktaşı çarpacak ve Dünya, kıyametten önce birinci göktaşı çarpmasıyla sarsılacak ve ikinci bir göktaşı daha çarpacak. Sonra üçüncü büyük bir çarpışma oluyor, ondan sonra kıyamet tam oluşmuş oluyor. 44. ayette "görseler bile inanmayacaklar" diyor, demek ki insanlar gökyüzünden bir göktaşının geldiğini anlayacaklar, fakat teşhis edemeyecekler.
"Gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile, üst üste yığılmış bir buluttur derler". Onu bir gaz yığını olarak veya başka birşeye benzetecekler veya çarpmayacağını düşünecekler. "Teğet geçecek Dünya’ya." diyecekler ama Dünyaya esaslı şekilde çarpacaktır. İlk kıyametin başlaması öyle oluyor biliyorsunuz, üç aşamalıdır. İkinci bir çarpma daha var ayette ve üçüncüsünde Ay ile çarpışması var. Ay Dünya ile çarpışıyor ve o da Güneş tarafından yutuluyor. "Öyleyse sen onları (en dayanılmaz azabla) çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak", 45. ayet. Başına 15 eklediğimizde Hicri 1545'e işaret ediyor, bu ayetin ebced değeri de 2120'dir. Aslında herşey çok açık ve net ama bazı insanlar dünyaya o kadar dalmışlar ki, para ve hırs o kadar gözlerini kör etmiş ki gerçekleri bir türlü göremiyorlar…
"Etrafımızı Saran Göktaşları, Dünyanın Kıyametine Hazırlanıyor. Hiçbir Teknolojik Güç Onları Durduramaz."
ADNAN OKTAR: Bediüzzaman Hazretleri 2120 gibi, bir göktaşının Dünyaya çarpacağını söylüyor. Hadisler de bu doğrultuda çünkü Peygamber (sav)'in hadisine göre, 7000 yıllık verdiği takvimi esas alırsak, "Bunun ne kadar süresi geçti?" diyor, "5600 senesi geçti" diyor. Dolayısıyla 1400 ile 1500 arasında Mehdiyet, İttihad-ı İslam, hepsi tamamlanacak. Bediüzzaman, Hicri 1545 gibi bu çarpmanın olacağını söylüyor. İki çarpma var peş peşe. Kimileri "çarpma ihtimali yok" diyorlar ama öyle Amerika'nın ya da başka bir ülkenin baş edeceği kadar değil, çok fazladır sayıları. O kadar atom bombası, roket yapacak konumları da yok, zamanları da yok, teknikleri de yok. Bir de taşların nereden geleceği de belli değil. Ayrıca Nemesis'in nerede, ne zaman, hangi göktaşını fırlatacağı da belli değil. Dans ediyor gibi hareket ediyor Nemesis ve görünmüyor. Kahverengi cüce. Göremiyorlar ki tespit etsinler nerede olduğunu, aniden dev bir göktaşı fırlatıyor, hayalet gibi...(Sayın Adnan Oktar'ın Kahramanmaraş Aksu Tv röportajından, 24 Şubat 2011)
Allah'tan Bir Rahmet Olarak
İşte Biz, onların her birini kendi
günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası
gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik,
kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi
nefislerine zulmediyorlardı. (Ankebut
Suresi, 40)
Şimdiye
kadar anlatılanların tümü, var oluşlarının gerçek nedenini unutarak yaşayan
insanlara önemli bir gerçeği bildirmek amacını taşımaktadır: Dünya üzerinde
hiçbir şey Allah'tan bağımsız değildir. "… Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların
çoğu bilmezler" (Yusuf Suresi, 21) ayetiyle
de bildirildiği gibi, hiçbir güç Allah'ın takdir ettiklerine karşı koyamaz.
Fakat "insanların çoğu" bu gerçeği
bilmezler. Bu gibi kişiler dünyada başlarına hiçbir şey gelmeyeceği zannıyla
yaşarlar. Etraflarında olup biten afetlerle bir gün bir şekilde
karşılaşabileceklerini düşünmezler bile. Eğer doğrudan bir bağlantıları yoksa,
söz konusu olayları kendilerinden son derece uzak görürler. Meydana gelen
afetleri duyduklarında kısa bir an için etkilenebilirler ama bir süre sonra
tamamen unuturlar.
Oysa her yeni günün, bir önceki ile aynı şekilde devam
edeceğini düşünmek son derece yanlış bir bakış açısıdır. Bu bölümde
anlattıklarımıza benzer felaketlere maruz kalan kişiler de, yaşadıkları felaket
gününün diğer günlerden farklı olmayacağını düşünmüşlerdir mutlaka. Ama o gün,
onlar için diğerlerinden farklı olmuş ve Allah onları, sahip oldukları herşeyin
bir anda yok olabileceğini gösterecek bir olayla muhatap etmiştir.
İnsanların önemli bir çoğunluğu bu gerçeğe karşı
gaflet içindedir. Hem dünya hayatının kısa bir geçim olduğunu unutmakta, hem de
Allah'a hesap vereceklerini göz ardı etmektedirler. Bu gaflet dolayısıyla da,
Allah için yaşamaları gereken dünya hayatını kendilerine fayda sağlamayacak
konularla oyalanarak geçirmektedirler.
Bu açıdan insanların başlarına gelen zorluklar hem
kendileri hem de onlara şahit olan diğerleri için Allah'ın bir rahmetidir.
Allah bu yolla, Dünyanın geçici bir aldanıştan başka birşey olmadığını onlara
göstermekte, "gerçek yurt" olan ahirete hazırlık yapmaya teşvik
etmektedir. Bu yüzden dünyada insanların başlarına gelen belaların bir çoğu,
Allah'ın onlara sunduğu birer fırsattır aslında. Bu belalar, onların tevbe
etmeleri ve tavırlarını düzeltip ıslah olmaları için verilir. Tüm bu olaylardan
alınması gereken dersi Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:


Dünyayı Allah insanlar için özel bir sınama yeri
olarak var etmiştir. Tarih boyunca da insanları uyarıp korkutmak, doğru yola
davet etmek için elçilerini hak kitaplarla göndermiştir. Bugün de Allah'tan
gelmiş ve inananlar için bir hidayet rehberi olan hak kitap elimizdedir.
Doğruyu yanlıştan ayıran, geçmişte inkar eden kavimlerin başlarına gelenlerle
bizi uyarıp korkutan bu kitap, Kuran'dır.
Biz, onlardan önce nice insan-
nesillerini yıkıma uğrattık; (şimdiyse) onlardan hiçbirini hissediyor veya
onların fısıltılarını duyuyor musun? (Meryem Suresi, 98)
Allah Kuran'da, tarih boyunca yaşamış tüm kavimlere
doğru yolu gösterdiğini ve onlara elçileri vasıtasıyla dünyanın geçiciliğini,
gerçek yurdun ahiret olduğunu hatırlattığını bildirmiştir. Ancak yine Kuran'dan
öğrendiğimize göre, insanların çoğu inkarda diretmişler ve elçilerin davetine
icabet etmemişlerdir. Bunun üzerine de Allah onları hiç beklemedikleri şekilde
azapla yakalamış ve bir kısmını da tamamen yeryüzünden silmiştir. Kuran'da
şöyle bildirilir:
Ad'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar
arasında birçok nesilleri (yok ettik). Biz (onlardan) her birine örnekler
verdik ve her birini darmadağın edip mahvettik. Andolsun, onlar, üstüne felaket
yağmuru yağdırılmış bulunan o ülkeye uğramışlardır; yine de onu görmüyorlar
mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı. (Furkan Suresi, 38-40)
Geçmiş uygarlıkların başlarına gelenlerden bizim
almamız gereken ders ise ayetlerde şöyle bildirilir:
Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma
uğrattığımızı görmüyorlar mı? Biz, sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde
onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten
üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar
yaptık. Ama günahları nedeniyle Biz onları yıkıma uğrattık ve arkalarından
başka nesiller (inşa edip) var ettik. (Enam Suresi, 6)

Yine bu konuda insanları uyarıp korkutan ve düşünüp
öğüt alabilenlere bir hatırlatma olan bir başka ayette ise Allah şöyle
buyurmaktadır:
Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma
uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek,
sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü
altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik
etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı? Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da
bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır. (Kaf Suresi, 36-37)
Yukarıdaki
ayetlerde de görüldüğü gibi, geçmişte yaşamış toplumlarla ilgili haberlerin
verilmesinin en önemli sebebi, bugünkü insanların aynı duruma düşmekten
sakınmalarını sağlamaktır. Gerçekten de eski toplumların başına gelen
felaketlere ve onlara ait arkeolojik kalıntılara, sadece herhangi bir tarihsel
bilgi gözüyle bakmak çok yanlış olur. "Bunu,
hem çağdaşlarına, hem sonra gelecek olanlara 'ibret verici bir ceza' takva
sahipleri için de bir öğüt kıldık" (Bakara Suresi, 66) ayetinde de bildirildiği üzere, bu olaylar birer ibret
vesilesi ve geride kalan insanlar için birer öğüttürler. Ancak şunu da göz
önünde bulundurmak gerekir: Allah, inkarda direnen bu toplumlara, hemen bir
azapla karşılık vermemiş; bilakis hepsine, "belki dönerler diye"
uyarıcılar göndermiştir. Ayrıca insanlara dünyada isabet eden bütün zorlukların,
ahiretteki zorlu azabın birer hatırlatıcısı olduğu da Kuran'da
belirtilmektedir:
Andolsun, Biz onlara belki
(inkarcılıktan) dönerler diye o büyük azaptan önce, yakın (dünyevi) azaptan da
taddıracağız. (Secde Suresi, 21)
Helak ise, söz konusu toplumların bu uyarıları
dinlememeleri ve taşkınlıklarını daha da artırarak sürdürmelerinin ardından
gelmiştir. Allah, bozgunculuk yapan böyle toplumları yok etmiş ve onların
yerine yeni halklar getirmiştir. Çünkü bahsedilen kavimler, Allah'ın
kendilerine verdiği zenginlik, güzel evler ve sanat yapıları içerisinde,
Allah'ı unutarak günlerini, aylarını, yıllarını sadece boş amaçlar içinde
geçirmişlerdir. Yeryüzünde sahip oldukları şeylerin sürekli bozulmaya, eskimeye
uğradığını düşünmemiş, bunlarla Allah'ın onları denediğini ve kısa süre içinde
hepsinin yok olacağını akledememişlerdir. Ölümün ardından sonsuza kadar
kalacakları bir mekan olduğunu akıllarına getirmeden, sadece içinde
bulundukları anı yaşamışlar; ölümle birlikte başlayacak olan sonsuz yaşam son
derece yakınken, dünya hayatını ebedi zannetmişlerdir. Oysa bu aldanış,
kendilerine hiçbir yarar sağlamamış; başlarına gelen felaketler, aradan
binlerce yıl geçmesine rağmen birer ibret vesilesi olarak sonraki nesillere
aktarılmış, unutulmayacak birer tarihsel olay olmuştur.
Semud Kavmi
Allah'ın dinine karşı gelmelerinden ve azgınlıklarından dolayı helak edilerek yok edilen topuluklardan biri de Semud kavmidir. Kuran'da bildirildiğine göre Semud kavmi, gücü ve zenginliği olan, birçok sanat eserine sahip bir topluluktu. Semud kavminin bu özelliklerini bildiren ayetler şöyledir:
(Allah'ın) Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Araf Suresi, 74)
Bir başka ayette ise Semud kavminin içinde yaşadığı ortam şöyle tarif edilmektedir:
![]() |
"Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?"
"Bahçelerin, pınarların içinde,"
"Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?"
"Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz." (Şuara Suresi, 146-149)
"Bahçelerin, pınarların içinde,"
"Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?"
"Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz." (Şuara Suresi, 146-149)
Yaşadıkları refah ortamı içinde şımaran Semud kavmini sonsuz azap ve ahiret hayatı ile uyarıp korkutması için Allah, Hz. Salih (as)'ı elçisi olarak görevlendirmiştir. Hz. Salih (as) kendi kavmi içinde tanınan biridir ve kavmi onun, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Hz. Salih Peygamber'in anlattıklarına halkın çok az bir kısmı uymuş ve çoğu ise anlattıklarını kabul etmemiştir.
Hz. Salih (as)'ı inkar edenlerin başında kavmin önde gelenleri vardı ve bu kişiler sahip oldukları maddi güce dayanarak peygamberlerine karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Salih (as)'a inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Salih (as)'ın kendilerini Allah'a ibadet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semud halkına özgü de değildi; Semud kavmi, kendisinden önce yaşayan Nuh ve Ad kavimlerinin yaptığı hatayı yapıyordu. Bu nedenle Kuran'da bu üç toplumdan şöyle söz edilir:
Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: "Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkar ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz. (İbrahim Suresi, 9)
Semud kavmi Salih Peygamber'e karşı gelmekte kararlıydı, hatta onu öldürmek için plan dahi yapıyorlardı. Dünya hayatının geçici süslerine aldanarak bunların hiçbir zaman yok olmayacağını zannediyorlardı. Salih Peygamber, Semud kavminin önde gelenlerini, "Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?" (Şuara Suresi, 146) sözüyle uyarmıştır. Gerçekten de bu kavim, Allah'ın kendilerine vereceği azaptan habersiz olarak azgınlığını gittikçe şiddetlendirmiş, Hz. Salih (as)'a "Ey Salih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vadettiğin şeyi getir, bakalım" (Araf Suresi, 77) diyebilecek kadar inkar ve kibirde ileri gitmiştir. Bu topluluğa Hz. Salih (as), Allah'ın kendisine vahyetmesiyle, üç gün içinde helak olacaklarını bildirmiştir. (Hud Suresi, 65)
Nitekim gerçekten de Hz. Salih (as)'ın uyarısı gerçekleşmiş ve Semud kavmi helak edilmiştir:
O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkı) gerçekten Rablerine (karşı) inkar etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semud (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.). (Hud Suresi, 67-68)
Yeryüzünde yaşamış hangi topluluk olursa olsun, ne kadar büyük bir zenginlik ve ihtişama sahip olduğuna bakılmaksızın, azgınlık gösterdikleri takdirde Allah'ın azabına uğramışlardır. Bugün Semud kavminden, peygamberlerini öldürmeye varacak kadar azgınlaşan insanların ne elde ettikleri mallarından, ne de güçlerinden hiçbir eser yoktur. İsimleri dahi bilinmeyen bu insanların yaşamı, tüm diğer inkarcılar gibi cehennem hayatıyla son bulmuştur. Bu, her insanın ibret alarak düşünmesi gereken bir sondur.

Sebe Halkı
Sebe halkı Kuran'da şöyle anlatılır:
Andolsun Sebe (Halkı)'nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) 'Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rab(biniz) var. Ancak onlar, yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara Arim Seli'ni gönderdik. Ve onların iki bahçesini buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az birşey de sedir ağacı olan iki ağaca dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz nimete nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi, 15-17)
Ayetlerden görüldüğü gibi, Sebe halkı bereketli bağ ve bahçelerde, refah içinde yaşıyorlardı. Allah'ın bu kadar bolluk verdiği kavimden istediği, sadece nimetlere karşı şükredici bir tavırda bulunmalarıydı. Ama onlar yalanladılar, dünyada üstün bir güce sahip olduklarını sanıp ellerindekilerle büyüklendiler. Sonuç ise kaçınılmaz şekilde azap oldu.

Irak'ın güneyinde, Dicle ve Fırat kıyılarından
uzaklaşır uzaklaşmaz, çölü andıran, geniş bozkır alanlarının yayıldığı görülür.
Bu uçsuz bucaksız düzlüklerde, yer yer, heybetli tepeler belirir. Çünkü kumla
örtülü bu tepelerin altında, büyük sitelerin kalıntıları yatmaktadır. Bu
siteler, Sümerler adı verilen bir halk tarafından kurulmuştur. Artık, kavurucu
çöl rüzgarlarının önüne katıp sürüklediği kumlardan başka birşey görülmeyen,
sadece çakalların ve akbabaların yaşadıkları bu yerlerde, 45 yüzyıl önce,
kanallarla çevrili, bahçelerle bezenmiş cıvıl cıvıl şehirler yükseliyordu.
Bugün ise, bir ölüm sessizliği hüküm sürüyor....
Yukarıdaki cümleler ünlü arkeolog Guy Rachet'ın
sözleri. Sadece tarih kitaplarından bir konu olarak akıllarda kalan bu
ihtişamlı ülke, aslında günümüzdeki topluluklar kadar gerçektir. O zamanın
insanları da aynı bizler gibi yaşamışlar, mimarileriyle büyüleyici kentler
kurmuşlardır.
Dönemin kraliçesi Puabi için yapılan cenaze töreni
oldukça dikkat çekicidir. Çeşitli kaynaklarda bu törenle ilgili bilgiler
aktarılmıştır. Kraliçenin ölü bedeninin eşsiz bir ihtişamla süslendiği,
vücudunun üst kısmının altın ve gümüşten boncuklarla ve lacivert taşı, kırmızı
akik, Kadıköy taşı, babakoru gibi kıymetli taşlardan incilerle bezenmiş bir
örtüyle örtüldüğü; örtünün aşağısındaki püsküllerin, yine aynı taşlardan
yontulmuş incilerden yapıldığı aktarılmıştır. Ayrıca kraliçenin başına ağır bir
peruk, onun üstüne de taç yaprakları mavi ve beyaz ağır kakmalarla bezenmiş som
altın çiçeklerden, gürgen ve söğüt yapraklarından bir başlık takıldığı da
görülmüştür. Kulaklarını süsleyen küpelerde, ölünün yanı başına konulmuş
mücevherlerde, iğnelerde ve ihtişamlı başlıklarda altının parıldadığı
söylenmiştir.
Kısacası Sümer medeniyetinin önemli bir ismi olan
Kraliçe Puabi, muhteşem bir cenaze töreni ve cenaze levazımatı ile gömülmüştür.
Cenaze ile birlikte mezara konulacak diğer hazineler, anlatılanlara göre,
silahlı muhafızlar ve uşaklar tarafından zorla taşınabilmiştir. Ancak elbette
mezara sahip olduğu hazinelerle birlikte girmesi, Kraliçe Puabi'yi iskelet
haline gelmekten koruyamamıştır. O da diğer tüm insanlar gibi, hatta belki küçümsediği
ve hakir gördüğü fakir insanlar gibi, toprağın altına girmiş, orada çürümüş ve
bedeni bakterilere yem olmuştur. Bu örnek, insanın, ne denli zengin ve
ihtişamlı bir yaşam sürerse sürsün ve malına ne kadar güvenirse güvensin,
sonuçta bunların ona hiçbir yarar sağlamayacağını gösteren dikkat çekici bir
ibrettir.


Avrupa'nın ilk büyük uygarlığı olan Girit, MÖ XIV yy başlarında, birdenbire yok olmuştur. Bundan önce, Akdeniz'in en güzel yerlerinden olan Girit adasına, Milattan 2000 yıl önce, Asya ve Yunanistan'dan gelen insanlar yerleşmişler, muhteşem saraylar inşa etmişlerdir. Ancak sonunda büyük bir felaket olmuş, Girit'in kuzeyindeki Kyklades takım adalarından biri olan Thera adasındaki yanardağ patlamış, bu korkunç patlamayı Girit saraylarını yerle bir eden çok şiddetli bir deprem izlemiştir.
Yanardağın külleri Girit semalarına kadar bütün göğü karanlığa boğup yıkılan sarayların üstüne çökerken, aynı anda görülmedik bir deniz kabarması da Knosos'un limanı Amnisos'u sulara gömmüştür. Girit saraylarının yıkılışı gerçekten çok ürpertici bir şekilde gerçekleşmiş, dev bir dalga bütün kıyı kentlerini bir anda sulara gömmüştür.
Pek çok yönden dönemin en önemli uygarlıklarından biri olan Girit ahalisi kendilerini bekleyen bu sonu tahmin bile edememişlerdir. Art arda meydana gelen felaketler, o muhteşem yapıları tamamen yok etmiş, insanların neredeyse tümünün helak olmasına neden olmuştur. Geride ne kendi zenginlikleri ile övünen insanlar, ne övündükleri zenginlikler, ne de hiç bitmeyeceğini sandıkları hayat kalmıştır. Geriye kalan sadece yıkık dökük bir şehir ve artık var olmayan bir medeniyettir. Kuran'da bu eski medeniyetlerin insanlara ibret olması gerektiği şöyle vurgulanır:

Yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri kendilerinden evvel yıkıma uğratmış olmamız,
Pompei Faciası

Tarihçilere göre, bundan 2000 yıl kadar önce bazı
kentler, zevk ve sefanın hüküm sürdüğü şehirler olarak tanınmaktaydı. İşte
Pompei de bunlardan biriydi.
Vezüv'ün yamaçları bağlarla örtülü idi, Pompei de bu
yamaçlarla deniz arasında kurulmuş ve genellikle zengin Romalıların tercih
ettiği bir mekandı. Komşu il olan Herculanum da aynı şartlara sahipti. Ancak
tarihin en ünlü yanardağ püskürmelerinden biri, bu güzel yerlerin varlığına son
verdi. Bugün, volkanın lavlarıyla "taş kesilmiş" Roma hayatı tüm
ayrıntılarıyla görülebilmektedir.
Felaket 24 Ağustos 79 sabahı geldi. Pompei'de, yerli
halkın dışında yazı geçirmeye gelen zengin Romalılar ve Herculanum'da ya da
Vezüv'ün eteklerinde yaptıkları muhteşem evlerde yerleşmiş kimseler de
bulunuyordu. Vezüv yanardağı bir anda patladı. Öncesinde yer sarsılmaya
başlamış, dağdan gökgürültüsünü andıran boğuk gürlemeler gelmişti.
Araştırmalara göre, alevler göğe sütun halinde yükseliyor, sonra bunu muazzam
bir duman izliyordu. Aynı zamanda, yeni patlamalar havayı sarsıyor ve
küllerden, taş-topraktan ve lav külçelerinden oluşan bir sağanak şehrin üstüne
yağıyordu.
Herculanumlular, Vezüv'e daha yakın oldukları için
şehre doğru dalga dalga gelen, kor halindeki çamur selinden korkuya kapılmışlar
ve kaçmaya çalışmışlardır, ama kaçamayanlar yıkıntıların ve erimiş lavların
altında kalmışlardır. Ancak asıl ibret verici olan, yapılan kazılardan elde
edilen verilere göre, insanların çoğunun şehirden ayrılmakta hala tereddüt
ediyor olmasıydı. Pompei'de, şehrin kraterden uzak olması, herşeye rağmen bir
güven duygusu yaratmış; bu nedenle zenginlerin çoğu, bu kül sağanağından,
evlerinde kalarak korunmayı düşünmüş ve mallarını, mülklerini bırakıp gitmek
istememişlerdi. Bir süre sonra da vaktin artık çok geç olduğunu kavrayamadan
ölmüşlerdi. Bir gün içinde iki şehir, Herculanum, Pompei ve altı kasabada
yaşayan tüm canlılar tarihten silindi. Kuran'da bu şekilde helak edilen
insanlardan şöyle söz edilir:
Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak
aktardığımız (geçmiş) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış,
(kimi) biçilmiş ekindir. (Hud
Suresi, 100)
İnsanlığın bütün bunları öğrenebilmesi ise yüzyıllar
sonra mümkün oldu. Yapılan araştırmaların sonucunda Pompei'deki eski şehir,
"yaşıyorken donmuş haliyle" gün ışığına çıkarıldı. İnsanlar, can
verdikleri andaki halleriyle taşlaşmışlardı. Kuran'da haber verildiği gibi:
Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri
(veya nesilleri) yakaladığı zaman... Rabbinin yakalaması işte böyledir.
Gerçekten O'nun yakalaması pek acı, pek şiddetlidir. (Hud Suresi, 102)
Günümüzden yüzlerce hatta binlerce yıl önce yaşayan
uygarlıkların, geride kalıntı halindeki eserlerini bırakmaları, sahip oldukları
zenginliğin kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını göstermiş, geride
bıraktıkları herşey kendilerinden sonrakilere miras kalmıştır. Bu topluluklarda
yaşayan insanların belki de en büyük yanılgısı, kendilerinden önce yerlebir
olmuş, tarihe karışmış olan topluluklara rağmen, dünya nimetlerine ebedi olarak
sahip olacaklarını sanmaları ve ortaya çıkardıkları yapıtların kendilerini
ölümsüz kılacağını zannetmeleridir. Bu yanılgı günümüze de uzak değildir.
İnsanların önemli bir bölümü kendilerine bir fayda getirir düşüncesiyle bütün
yaşamlarını mallarını yığıp biriktirmeye adamakta, kendilerini ölümsüz
(hatırlanır) kılmak amacıyla çeşitli eserler meydana getirmektedirler. Üstelik
yaptıkları aşırılıklar belki de kendilerinden öncekilerden çok daha kapsamlı
olmakta ve kendilerine Allah'tan gelen çeşitli uyarılara aldırmamaktadırlar.
Ama bu kişilerin unutmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Bir dönem var
olup sonra yok olan toplulukların geride bıraktıkları, karşılarında bir ibret
vesilesi olarak tüm heybetiyle durmaktadır. Hiçbiri ebedi olarak bu dünya
üzerinde kalmamıştır. Adlarını ölümsüzleştirmek için ardında eserler bırakan
insanların bir kısmının belki de adları arkalarında kalmış, ama ne çürümüş
bedenlerine ne de ahiretlerine bir yarar sağlamamıştır. Ancak dünyada öğüt alıp
düşünebilenlere bir ibret olarak kalıntıları var olmakta, Allah'ın zorlu
azabının bir hatırlatıcısı olarak başlarına gelenler unutulmamaktadır.

Vezüv Yanardağında geçmişte yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, herşey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Bugün, volkanın lavlarıyla "taş kesilmiş" Roma hayatı tüm ayrıntılarıyla görülebilmektedir.
İşte Allah insanlara bu örnekleri vermekte, bunların benzerleriyle dünya tutkunlarını uyarmaktadır. Kuşkusuz bundan öğüt alıp bir ders çıkarabilenler, tarih boyunca meydana gelen olayların hiçbirinin boşuna yaratılmadığını, Allah'ın her an her yerde bütün bunlardan daha şiddetlisini insanlara tattırmaya güç yetirdiğini kavrayabilirler. Dünya sadece bir imtihan yeridir. Burada imtihanın gereklerini yerine getirenler kazançlıdırlar. Sadece dünyayı yurt edinenler ise, geçmişteki örneklerin benzeri bir kayba uğrayacaklardır. Kuşkusuz bu, kendi yapıp ettiklerinin karşılığıdır. Ahirette sadece yaptıkları ile karşılık göreceklerdir. Şüphesiz doğrusunu Allah bilir.


Pompei, içindeki 20 bin kişi ve tüm güzellikleriyle birlikte yok oldu.
Gerçek Yurt: Ahiret
Pek çok insan, dünya üzerinde eksiksiz ve mükemmel bir
yaşamın kurulabileceğini sanır. Gerekli maddi imkanlar elde edildiğinde, bu
dünyadaki yaşamın insanı tam olarak tatmin edebileceğini ve mutlu
kılabileceğini düşünür. En yaygın kanaate göre insan, maddi bir zenginlik,
"mutlu bir yuva" ve diğer insanların gözünde saygınlık (statü) elde
ettiğinde, kusursuz bir hayat kurmuş olur.
Oysa Allah, Kuran'da bizlere bu tür bir bakış açısı
vermez. Aksine, Kuran'da bildirildiğine göre, dünya üzerinde sürdürdüğümüz yaşam,
asla eksiksiz, mükemmel ve sorunsuz olamaz. Çünkü, özellikle böyle olamayacak
şekilde tasarlanmıştır.
Nitekim tüm kitap
boyunca gördüğümüz gibi, dünya hayatının değersizliği ve önemsizliği Kuran'da
sık sık vurgulanır. Dünya hayatını güzel kıldığı düşünülen tüm faktörler
-zenginlik, iş hayatı, evlilik, çocuklar, başarı vs.- Kuran'a göre aslında
geçici ve aldatıcı birer metadan başka birşey değildirler:
Bilin ki, dünya hayatı
ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin
(veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki
sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir
azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı,
aldanış olan bir metadan başka birşey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Başka ayetlerde,
insanın dünya hayatı dolayısıyla nasıl bir aldanışa kapıldığı şöyle açıklanır:
Hayır siz, dünya
hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir.
(A'la Suresi, 16-17)
Sorun da, üstteki
ayette haber verildiği gibi, dünya hayatının ahirete üstün tutulmasıyla başlar.
Çünkü insanlar, dünya hayatını ahirete üstün tutmakla, Allah'ın vaadine ve
dolayısıyla Allah'a yüz çevirmiş olmaktadırlar. Allah Kuran'da bu insanları
"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla
tatmin bulanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar" (Yunus Suresi,
7) olarak tanımlar ve bunların cehenneme gideceklerini haber verir.
Elbette, dünya
hayatının eksikliği, bu dünyada güzel şeylerin var olmadığı anlamına gelmez.
Aksine, Allah dünyayı cenneti hatırlatacak pek çok güzel nimetle doldurmuştur.
Fakat bu güzelliklerin yanına cehenneme ait olan eksiklik, çirkinlik ve
kusurlar da katılmıştır. Dünyada, imtihan ortamının hikmeti gereği cennet ve
cehenneme ait özellikler karışık ve bir arada bulunurlar. Bu şekilde müminler
hem cennet hem de cehennem hakkında fikir edinir, hem de kendilerini dünyadaki
kısa ve geçici yaşama kaptırmak yerine, gerçek, kusursuz, eksiksiz ve sonsuz
yaşam olan ahirete yönelirler. Allah'ın kulları için seçip beğendiği yaşam da
işte bu ahiret hayatıdır. Ahiret Kuran'da, insanların gerçek ve ebedi yurdu
olarak tarif edilir.
İşte bu nedenle,
ahiret yurdunu kazanmak, yani cennete kavuşmak için ciddi bir çaba
gerekmektedir. Allah inanan kullarına bunu emretmiştir:

Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. (Al-i İmran Suresi, 133)
Mümin Kuran'da sonsuz bir mükâfat ve sonsuz bir
mutlulukla müjdelenmiştir. Ancak bu konuda bilinmesi gereken çok önemli bir
nokta vardır. O da, sonsuz zaman içinde, sonsuz güzelliklere uzanan bu
müjdenin, mümin daha dünyadayken başladığıdır. Çünkü mümin ahirette cennetle
müjdelendiği gibi, bu dünyada da Allah'ın lütuf ve ikramından, nimetinden
mahrum bırakılmamıştır.
Kuran'da, salih amellerde bulunan müminlerin bu
dünyada da güzel bir hayatla yaşatılacakları haber verilir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min
olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla
yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak
veririz. (Nahl Suresi, 97)
Hem bir mükâfat ve şevk kaynağı hem de karşılıksız
lütuf ve ihsanının bir göstergesi olarak salih kullarına dünyada nimet ve
güzellik vermesi, Allah'ın değişmez bir kanunudur. Zenginlik, ihtişam ve
güzellik cennetin en temel özelliklerinden olduğu için, Allah sevdiği seçkin
kullarına cenneti hatırlatacak, onların cennete kavuşma arzu ve heyecanlarını
artıracak nimetlerin ve ortamların benzer örneklerini bu dünyada da yaratır. Bu
yüzden, nasıl inkarcıların ebedi azapları daha bu dünyadan başlıyorsa, salih
müminler için vaat edilen ebedi güzellikler de kendilerine dünyadaki
hayatlarında gösterilmeye başlanır. Allah mümine, onu denemek kastıyla, hayatı
boyunca sıkıntılar, çileleler, acılar da verebilir; ama bunlara Allah rızası
için sabreden mümin, tüm bu sıkıntılardan, inkarcı bir insanın anlayamayacağı
manevi bir lezzet alır.
Bir mümin, kendisini yaratan Allah'ın bilincinde
olmasından, O'nun emir ve yasaklarına uymasından, O'nun insanlar için seçip
beğendiği din ahlakını yaşamasından ve ölümünden sonrası için çok büyük umut ve
beklentiler taşımasından ötürü dünyadaki yaşamı boyunca her türlü ruhsal
sıkıntı ve üzüntüden uzaktır. Herşeyden önce kendisini yaratan Allah'ın yardımı
ve desteği kendisiyle beraberdir. Müminlerin her namazda, her salih amelde,
Allah rızası için yapılan küçük büyük her işte Allah'ın kendilerini gördüğünü,
meleklerin bunları amel defterlerine yazdığını ve ahirette tüm bunların
karşılığını alacaklarını bilmelerinden doğan bir huzurdur bu.
Bu,
Allah'ın kendilerini görünmeyen meleklerle desteklediğini, "önlerinden ve arkalarından izleyenleri" olduğunu ve bunların kendilerini "Allah'ın emriyle gözetip-korumakta" (Rad Suresi, 11) olduklarını, O'nun yolunda yapılan fikri
mücadelede galip gelecek olanların, cennetle müjdelenmiş olanların iman edenler
olduklarını bilmelerinden kaynaklanan bir güven duygusudur. Böylece salih
müminler, Allah'ın meleklere, "...
iman edenlere sağlamlık katın..." (Enfal Suresi, 12) vahyi
doğrultusunda, korkuya ve hüzne kapılmazlar. Müminler, "bizim Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru
bir istikamet tutturan" (Fussilet Suresi, 30) insanlardır.
Ve, "onların üzerine melekler iner.
'Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin'" (Fussilet Suresi, 30) derler. Müminler Allah'ın "kimseye güç yetireceğinden fazlasını
yüklemeyeceğini" (Araf
Suresi, 42) bilmişlerdir. Kadere ve herşeyi
yapıp edenin Allah olduğuna kesin bir bilgiyle inanırlar ve böylece başlarına
gelenlere "Allah'ın bizim için yazdıkları
dışında bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez" (Tevbe Suresi, 51) diyerek tevekkül ederler. Allah rızasına
uyduklarından ve hep "Allah
bize yeter, O ne güzel vekildir." (Al-i İmran Suresi, 173) dediklerinden
dolayı da, onlara hiçbir kötülük dokunmayacaktır. Ancak dünya bir imtihan
meydanı olduğundan elbette müminin karşısına çeşitli zorluklar çıkabilir. Belli
dönemlerde açlık, hastalık, uykusuzluk, kaza, maddi kayıp türünden çeşitli
sıkıntılarla karşılaşabilir. Fakirlikle ve zorluklarla da imtihan olabilir.
Ayette bu imtihan şöyle bildirilmiştir:

Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin
hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir
yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki,
sonunda elçi, beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne
zaman?" diyordu. Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek
yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Kuşkusuz ki bu zor durum, Peygamberin
ve yanındaki müminlerin Allah'a duydukları saygıyı ve korkuyu, cennete olan
özlemlerini daha da arttırmıştır. Zaten Allah, ayetin sonunda yardımının çok
yakın olduğunu da müjdelemektedir. Sonuçta, "Allah, takva sahiplerini
zafere ulaşmalarıyla kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz ve onlar hüzne
kapılmayacaklardır." (Zümer Suresi, 61)
|
Mümin zorlukların imanının denenmesi için özel olarak
yaratıldığını, güzel bir sabır ve tevekkül gösterdiği takdirde bunların ahireti
için sınırsız bir ecir kaynağı, olgunlaşması için büyük fırsatlar olduğunu
bildiğinden, huzur, mutluluk ve neşesinden hiçbir şey kaybetmez. Hatta şevk ve
heyecanı daha çok artar. Bu sıkıntılar onun ruhi dengesini, dirayet ve
kararlılığını hiçbir zaman olumsuz yönde etkilemez.
Bu durum kafirler içinse tam tersidir. Bir inkarcı,
çektiği çeşitli bedensel acıların yanında, ruhen de azap çeker.
Korku,
üzüntü, ümitsizlik, tedirginlik, karamsarlık gibi inkarcıların karakteristik
özelliği olan negatif duygular, onların cehennemde çekecekleri azabın manevi
kısmının bu dünyadaki küçük bir başlangıcını oluştururlar. Allah, saptırdığı bu
insanların "göğsünü sanki göğe yükseliyormuş
gibi dar ve sıkıntılı kılar" ve "iman etmeyenlerin üzerine böyle
pislik çökertir." (En'am Suresi, 125)
Allah, buna karşın Kendisi'nden bağışlanma dileyen,
tevbe eden salih müminleri dünyada da güzel bir surette faydalandıracağını ve
ihsanda bulunacağını ayetlerde de bildirmiştir. Hud Suresi'nin 3. ayetinde
şöyle bildirilir:
Ve Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra
O'na tevbe edin. O da sizi, adı konulmuş bir vakte kadar güzel bir meta (fayda)
ile metalandırsın ve her ihsan sahibine kendi ihsanını versin. Eğer yüz
çevirirseniz gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından
korkarım. (Hud Suresi, 3)
Bir başka ayette de müminlerin dünya hayatı şöyle
tarif edilir:
Ahiret yurdu bu dünyadan daha hayırlı ve üstündür.
Dünya hayatının tüm güzellikleri, ahiret yurduyla kıyas edildiğinde değerini
tamamen yitirmektedir. O halde bir hedef belirlenecekse bu hedef sadece ahiret
olmalıdır. Zaten bunu hedefleyen müminlere Allah, dünya hayatlarında da
nimetlerini artırmaktadır.

Müminlerin Gerçek Yurdu: Cennet
Allah, huzuruna mümin olarak gelecekler için içlerinde ebedi olarak kalacakları cenneti vaat etmiştir. Allah'ın vaadi ise şüphesiz ki gerçekleşmesi kuşku götürmeyen en kesin sözdür. Böylece kesin bir bilgiyle inananlar, bu vaadin gerçekleşeceğinden asla kuşkuya kapılmazlar ve mümin olarak canlarını teslim ettikleri takdirde günahlarının bağışlanarak cennete kabul edileceklerini bilirler. Bir ayette şöyle buyrulur:
Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah,
onu) Kendi kullarına gaybtan
vadetmiştir. Şüphesiz O'nun vaadi yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 61) |
En sonunda o beklenen an gelir. Bir müminin hayatı
boyunca tefekkür ettiği, kavuşabilmek için dua ettiği ve layık olabilmek için
var gücüyle çalıştığı yer, "kalınacak yerlerin en hayırlısı" ve
"Allah Katındaki asıl varılacak güzel yer"dir Cennet.
Müminler için hazırlanmış ve onlara sunulmak üzere
kapıları açılmıştır. Müminlerin cennete girişleriyle ilgili ayetlerde, bu eşsiz
manzara şöyle tarif edilir:
Onlar Adn cennetlerine girerler.
Babalarından, eşlerinden ve soylarından salih davranışlarda bulunanlar da.
Melekler onlara her bir kapıdan girip (şöyle derler:) "Sabrettiğinize
karşılık selam size. Yurdun sonu ne güzel." (Rad Suresi, 23-24)
Cennet konusunda yaygın ancak yanlış bir inanış olan,
"cennetin sadece doğal güzelliklerden, yeşilliklerden ve akarsulardan
ibaret olduğu" fikri, Kuran'a dayalı değildir ve son derece yüzeysel bir
düşüncenin ürünüdür. Elbette ki doğal güzellikler ve yeşillikler cennetin
mükemmel nimetlerindendir. Köşklerin ve gölgeliklerin, bahçelerin içinde,
pınarların yanı başında kurulmuş olması da ayrı bir güzelliktir. Ancak, bu ve
benzeri anlatımların hiçbiri cennetteki güzellikleri tarif etmek için yeterli
değildir.
Bir
kısmı dünyadakileri andıran, bir kısmı ise daha önce hiçbir nefsin görüp
bilmediği, "çeşit çeşit inceliklere ve
güzelliklere sahip" (Rahman Suresi, 48) olan
cennetin nimet ve güzellikleri, tahayyül ve ifade sınırlarımızın çok
ötesindedir. Bilinmelidir ki, bizim hayal gücümüzün ötesinde ve Allah'ın sonsuz
ilmiyle hazırlanmış birçok güzellik ve sürpriz de cennette müminleri
beklemektedir. Özellikle "...
Rableri Katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük)
budur" (Şura
Suresi, 22) ayetinde bildirildiği gibi, tüm doğal
güzellikler de dahil cennetteki herşey müminin kendi zevkiyle dilemesi
neticesinde gerçekleşmektedir. Yani Kuran'da bildirilmiş ihtişamın ötesinde,
kişinin hayal gücü, Allah'ın izni ve lütfu ile cennette her türlü güzellik
olacaktır.

Allah, mümin erkeklere ve mümin
kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn
cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en
büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
Müminlerin
dünya hayatlarını geçirdikleri evler, "(Bu
nur,) Allah'ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği
evlerdedir;" (Nur
Suresi, 36) şeklinde haber verilen mekanlardır
ve yine Allah'ın emri doğrultusunda tertemiz tutulan, özen gösterilen
yerlerdir. Cennet evleri de bunun benzeri olarak yine, müminlerin Allah'ı
andıkları ve O'na şükrettikleri tertemiz mekanlardır.
Müminlerin yaşadıkları güzel meskenler, evler, köşkler
bir önceki bölümde tasvir edilen doğal güzelliklerin içinde kurulmuş
olabileceği gibi, bunların son derece modern ve estetik mimariye sahip
şehirlerde inşa edilmiş olması da mümkündür.
Kuran'da sözü geçen evler, genellikle doğal
güzelliklerin içine inşa edilmiştir. Bunu bildiren bir ayet şöyledir:
Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise,
onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina
edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu), Allah'ın va'didir. Allah
va'dinden dönmez. (Zümer Suresi, 20)
Ayette bahsedilen, yüksek yerlerde kurulmuş köşklerde,
altlarından sular akan eşsiz manzarayı seyretmek için geniş pencereli ya da
dört bir tarafı camlardan inşa edilmiş salonlar olabilir. Böylece insan ruhunun
en çok zevk alacağı şekilde döşenmiş evlerde, tahtlar üzerinde yaslanırken ve
en güzel meyveler ve içeceklerle rızıklandırılırken müminler, yükseklerden
bakarak birbirinden muhteşem manzaraları da seyretme zevkini tadarlar.
Köşklerin
tasarımı ve döşenmesi en kaliteli malzemeyle, en uyumlu renklerle yapılmıştır.
Rahat koltukları, karşılıklı oturulan tahtları vardır. Allah tahtlara birçok
ayette dikkat çekmiştir. "Özenle
işlenmiş mücevher tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı yaslanmışlardır." (Vakıa Suresi, 15-16), "özenle
dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanmışlardır..." (Tur Suresi, 20) ayetlerinden de anlaşılacağı gibi tahtlar zenginlik,
ihtişam ve kudret sembolüdür. Allah'ın kendilerine cenneti nasip ettiği
müminler, cennetteki tahtlar üzerinde kurulup yaslanırlar. Bu ortamda iman
edenler sürekli Allah'ı anarlar:
Adn cennetleri (onlarındır); oraya
girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada
onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden
Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul
edendir. Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda
yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da
dokunmaz." (Fatır Suresi, 33-35)
Cennetteki malzemenin temeli "çeşit çeşit
incelik" ve "çarpıcı güzellikler"dir.
Bunlar Allah'ın sonsuz ilminin ve sanatının birer yansımasıdır. Örneğin tahtlar
mücevherli, yükseklere kurulmuş ve özenle dizilmiştir. Kıyafetler ipekten ve
atlastandır, altın ve gümüş takılar bu kıyafetleri süslemektedir. Allah
Kuran'da cennetle ilgili birçok detay vermiş ancak hayal gücünü açık bırakan
ifadeler de kullanmıştır. Büyük bir ihtimalle cennette her müminin kendi
zevkine göre ayarlanmış görüntüler oluşmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir)
Kuşkusuz Allah, cennete layık ve ehil kıldığı değerli müminlere, Kuran'da
bildirdiği nimetlerin dışında daha nice sürprizler hazırlamıştır.
... Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. (Zuhruf Suresi, 71)
Kuran'daki tarif, tasvir ve benzetmelerden, ayrıca Bakara Suresi 25. ayette belirtildiği üzere, 'Cennet nimetlerinin dünyadakilere benziyor olması'ndan yola çıkarak, cennetin nasıl bir yer olacağını ana hatlarıyla tahmin edebiliriz. Biliyoruz ki Allah müminleri "kendilerine tarif edip tanıttığı cennete sokacaktır" (Muhammed Suresi, 6). Böylece dünya hayatında da, Allah'ın izniyle cennete dair bilgiler edinmemiz mümkün olmaktadır. Ancak edinilen bu bilgi, sadece Allah'ın bize öğrettiği ve cenneti tefekkür etmemize vesile olduğu kadardır. "Bu bilgi cennetin tamamını tarif ediyor" diyemeyiz. Özellikle, bazı ayetlerde dikkat çekilen çok önemli bir ayrıntı vardır, bu da cennetin "hayal gücünü harekete geçiren" tasviridir. Kuran'da bahsi geçen "bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar" (Muhammed Suresi, 15) örneği bizlere, cennetin, insanların hayallerindeki biçiminden de öte bir yer olduğunu hissettirir. Bu ayet insan ruhunda, cennetin bir 'sürprizler mekanı' olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Başka bir ayette de Allah cennetten "bir şölen" olarak bahseder:
Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah Katında -bir şölen olarak- altından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar için, Allah Katında olanlar daha hayırlıdır. (Al-i İmran Suresi, 198)
Allah bu ayetinde cenneti bir kutlama, bir eğlence yeri olarak tanıtmıştır. Bu kutlama, süresi, boyutları ve içeriği dünyadakilerin hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar görkemli bir kutlamadır.
Ebedi hayatta bu tür şölenlerle ve buna benzer, bitmek tükenmek bilmeyen envai çeşit nimetlerle sürekli meşgul olmak, yalnızca cennete özgü bir vasfı da beraberinde getirecektir; yorulmamak. Kuran'da, bu mükemmellikle ilgili olarak cennetteki müminlerin şöyle söyledikleri bildirilir:
"... burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi, 35)
Bu yorgunluğa zihinsel yorgunluk da dahil olabilir. (Doğrusunu Allah bilir) Dünyevi şartlarda insan, bedenen zayıf yaratıldığından kolay yorulur. Yorulduğunda ise zihni bulanmaya başlar, dikkati dağılır, sağlıklı düşünebilmesi zorlaşır, algılaması da zayıflar. Oysa bu durum cennette söz konusu olmayacaktır. Zihin, müminin Allah'ın nimetlerini eksiksiz algılayabilmesi ve bunlardan zevk alabilmesi için her zaman açık, şuur keskin olacaktır. Dünyanın eksikliklerinden birisi olan yorgunluk hissi ortadan kaldırılacağı için, müminlerin sonsuz nimetlerden aralıksız istifade edebilmeleri mümkün olacaktır. Alınan haz kesintisizdir, bir nimetten diğerine geçiş olur.
![]() |
Yorgunluğun ve bıkkınlığın dokunmadığı bir ortamda Allah, müminlerin "her diledikleri şey"i yaratarak onları ödüllendirmektedir. Hatta "orada diledikleri herşey onlarındır, Katımız'da daha fazlası da var" (Kaf Suresi, 35) diyerek Allah, insanın isteyebileceğinden, hayal edebileceğinden de fazlasını vereceğini, sınırlı isteklerimizin, cennette kat kat artırılacağını belirtmektedir.
Unutulmaması gerekir ki, 'doğruluk makamı' olan cennetin en büyük nimetlerinden biri de cehennem azabından korunmuş olmaktır. (Duhan Suresi, 56) Uğultusunu bile duymadıkları (Enbiya Suresi, 102) cehennemi görebilen, cehennem halkı ile konuşabilen müminler için tüm bunlar, büyük şükür vesilesi olmaktadır:
Dediler ki: "Biz doğrusu daha önce, ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde endişe edip-korkardık. Şimdi Allah, bize lütufta bulundu ve hücrelere kadar işleyen kavurucu azaptan korudu. Şüphesiz biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta Kendisi'dir." (Tur Suresi, 26-28)
Cennetteki mekanların ihtişamı Kuran'da şöyle tarif edilmektedir:
"Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün." (İnsan Suresi, 20)
Ayetlerde bildirildiğine göre cennetteki her yer ve her köşe, ya da 'görüntünün her karesi' Allah'ın eşsiz ilmi sayesinde sayısız nimetlerle donatılmıştır. Sadece ve sadece Allah'ın rahmet edip bağışladığı ve cennetine soktuğu müminlere has kılınmış olarak... (Doğrusunu Allah bilir) Başka ayetlerde cennetle ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
"Rableri onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çekmiştir, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar." (Hicr Suresi, 47)
"Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak istemezler." (Kehf Suresi, 108)
"Cennetteki
Müminlerin Metafizik Yaşamları Ve Diğer Güzellikler"
ADNAN
OKTAR:Güzel kıyafetleri hanımlar çok severler. Hadiste cennette "Bir
bakışta yedi kat elbiseyi ayrı ayrı göreceksiniz." diyor. Tabii yedi ayrı
elbise ama o hanım tek elbise giydi gibi olacak. Tek elbise gibi ama
bakıldığında yedi ayrı elbisesi de gözüküyor. Mesela bir elbisesini ayrı
görüyorsun, bir elbisesini ayrı görüyorsun, hepsini ayrı ayrı görüyorsun.
Cennetin metafizik özelliklerindendir bu. İnsan da çok bedenli oluyor yani bir
kişiye yüzlerce, binlerce beden veriliyor ama aslında aynı ruhtur. Mesela
şimdi, benim sağ kolumda kendi ruhum var, sol kolumda da kendi ruhum var ama
ikisini de ayrı ayrı hissediyorum şu an. Bu kalemi tutuyorum hepsini ayrı ayrı
hissediyorum. Tek ruh hissediyor. Bedenler de aynı şekilde; sağımda da solumda
da birçok beden oluyor ama tek ruh hissediyor hepsini.
Bir
kadın bir elbise giydi mi içine sinmez, aklı başka elbisede kalır, "Keşke
onu giyseydim!" der. İşte onu da giyecek, onu giyse yine içine sinmez, der
ki; "Şu elbise de güzel." onu da giyecek. Hepsini giyebilmesi için,
Allah, ruhunun tam tatmin olabilmesi için çok fazla beden yaratıyor. 'Hülle'
diye geçiyor hadislerde, "kat kat hülleler giyer" diyor.
"Baktığında helali, hepsini ayrı ayrı görür" diyor. "Huyu güzel,
kendi güzel" diyor Allah ayette de, kadınlar için huy güzelliğini öne
almış. Güzel huy çok önemlidir.
Ayette
kadınlar için, "Saklı yumurta gibi" diyor yani hatları yumurta gibi,
yumuşak hatlar, pürüzsüz ve düzgün. Ama bakın, "saklı yumurta gibi"
ifadesi önemli çünkü kadın korunuyorsa güzeldir. Çok kişiye aitse -ruh ona göre
yaratılmıştır- bir anda silinir gider kadın, hiçbir anlamı kalmaz çok kişiye
aitse. Onun için Allah, "sadece size ait" ve "gözlerini sadece
eşlerine teksif etmiş ve tutkuyla bakan" diyor. Gözlerinde tutku olacak
kadının, eşini dünyanın en mükemmel kişisi olarak bilecek, en çok ondan hoşlanacak.
Başkasını sevecek bir gücü olmayacak, tabi ki seviyor müminleri ama cinsellik
anlamında sadece eşinden hoşlanıyor. Diğer müminleri canı gibi seviyor, herkesi
seviyor ama yaratılış, fıtrat olarak bir tek ondan hoşlanacak gibi oluyor.
Sonsuza kadar öyle. Mesela eşini ne şekilde görmek istiyorsa, Allah onu o şekle
getiriyor. Hangi bedende olmasını istiyorsa. Binlerce insan bedeni şeklinde
görünüyor kendi eşi. Kadın da öyle, çeşit çeşit bedenlerde görünüyor. Ama tek
ruh hakim inşaAllah.
Herşeyi
aklından bir kere geçirmesi yeterli. Mesela, şimdi biz şimdi kafamızda hayal
etsek, istediğimiz görüntüyü oluşturabiliriz, değil mi? Gözümüzü kapatsak,
istediğimiz yiyeceği oluşturabiliriz. Sevdiğimiz birini, istediğimiz anda
kafamızda canlandırabiliyoruz. Görüntü olarak. İşte cennette kafamızdan
geçmesiyle beraber üç boyutlu ve canlı olarak bir anda oluşur. Dünyada bu
fludur ama cennette sistemi Allah netleştirmiş oluyor.
İstediğin
yiyecek, istediğin görüntü anında oluşur. Mesela, "Bakar kişi, sokakta
güzel bir insan görür, onu görmesiyle beraber kendi bedeni de hemen onun
şeklini alır." diyor. Ve her seferinde kendi eşine "Bugün daha da
güzelleşmişsin." diyor. Ertesi gün görüyor, "Bugün daha da
güzelsin." diyor. Her gün aynı şeyi söylüyor. Samimi kanaati olarak.
"Sana bir şey olmuş daha da güzelleşmişsin." diyor. Böyledir sistem,
yani cennetin sistemi budur ama Allah bunun eğitimini veriyor işte burada.
Bu
eğitimden geçmezse insan; egoist, bencil, ters, kıskanç, çok anormal huyları
olabiliyor. Onun için biz bu eğitimden geçiyoruz. Bu eğitimden geçtikten sonra,
"Ey mutmain olmuş nefis" diyor Allah yani dengeli hale gelmiş,
"sen Allah'tan razı olmuş olarak", "Ya Rabbi, Senden razıyım.
Verdiğin nimetlerden, her şeyden, Senden razıyım" diyor, "Allah da
sizden razı olmuş olarak," Allah da diyor ki; "Ben de senden razıyım,
kulluk görevini yaptın. Eğitimini aldın" diyor, "Salih kullarımın
arasına gir" diyor, "Samimi olarak kullarımın arasına gir,"
"Cennetime gir" diyor, Cenab-ı Allah.
Orada,
cennette her şey akıllıdır. Bardağa bakarsın, içine ne dolmasını istiyorsan,
anında dolar. İçersin, istersen boş durur ama canın istediğinde hemen anında
geri dolar. Daldan meyveyi alırsın, kopartmanla beraber dalda hemen meyve
yeniden oluşur. Ayette, "tükenmez meyveler" diyor Allah. Tükenmiyor,
yiyorsun, bitiyor, yine koparıyorsun, yine yiyorsun. Bütün dallar doludur.
Hatta "dalları sarkmış" diyor Allah, ayette. Hoşumuza gitsin diye.
İnsan
eşini cennette çok daha fazla seviyor, kıyas olmuyor. Kardeşlerini de çok fazla
seviyor ama Peygamberleri artık kıyaslanmayacak şekilde çok seviyor. Onların
acı ve çile çektiğini biliyoruz, Allah yolunda mücadele etmişler, sadakatlerini
görüyoruz. Mesela orada Peygamberimiz (sav)'i bütün Müslümanlar bütün ümmet
hepsi bağırlarına basacaklar. Onun için bedeni çok fazla olacak Peygamberimiz
(sav)'in.
Peygamberimiz
(sav) her yerdedir çünkü herkes onunla sohbet etmek ister. Tek bir beden olsa
sohbet edemezler. Onun için her meclistedir, her yemek ortamında vardır
Peygamberler. Çok bedenli oluyorlar ama buna layık olabilecek bir kişilik de
işte dünyadaki eğitimle oluyor... (Adnan Oktar'ın 20 Ağustos 2010 tarihli
Kocaeli TV röportajından)
Allah, mümin erkeklere ve mümin
kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn
cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en
büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
Cennette var olan nimetler göz kamaştırıcıdır. Allah
cennette, insanın beş duyusuna olabilecek en büyük zevk ve lezzetleri
tattırmaktadır.
Ancak cennetin tüm bunlardan çok daha üstün olan en
büyük nimeti, Allah'ın rızasıdır. Müminin Allah'ın rızasını kazanabilmiş
olmasından dolayı hissettiği sevinç ve huzurdur. Dahası, Allah'ın verdiği
herşey için Rabbimiz'den razı olmanın, O'na daimi bir şükür içinde bulunmanın
verdiği asıl mutluluktur. Kuran'da, cennet ehli anlatılırken bu vasfa şöyle
dikkat çekilir:
... Allah onlardan razı oldu, onlar da
O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Maide Suresi, 119)
Cennetteki nimetlerin benzerleri dünyada da kısmen var
olabilirler, ama gerçek değerlerini Allah'ın rızası dahilinde olduklarında
kazanırlar.
Bu nokta son derece önemlidir ve iyi düşünülmesi
gerekir. Nimetleri asıl değerli kılan, onların kendi içlerinde taşıdığı lezzet
ve zevkin çok daha ötesinde bir şeydir. Asıl değer, o nimeti Allah'ın var etmiş
olmasıdır. O nimeti kullanan ve şükreden mümin, Allah'ın ikramıyla muhatap
olduğunu, Allah'ın kendisini sevdiğini, koruyup-gözettiğini ve kendisine
rahmetinden tattırdığını hisseder ki, asıl hazzı bundan alır.
İşte bu nedenle, insanın kalbi ancak cennetle tatmin
olur. İnsan Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır ve bu yüzden ancak O'nun
ikramından zevk alır. Dünyada ise, cenneti andıran ortamlarda, yani nimetlerin Allah'ın
rızasına uygun ve O'na şükredilerek kullanıldığı ortamlarda huzur bulur.
Cennet
Allah'ın bir ikramıdır ve bu nedenle çok değerlidir. Cennet ehli, "ikrama layık görülmüş kullar"dan (Enbiya
Suresi, 26) oldukları için ebedi mutluluk ve sevince
kavuşurlar. Orada, ayetlerde bildirildiği üzer, "celal ve ikram sahibi olan" (Rahman Suresi, 78) Allah'ın adını övüp yüceltirler.
İnkarcıların Yurdu Cehennem
İnkar edenlerin içinde sonsuza kadar kalacakları yer, insan bedeni ve ruhuna acı tattırmak için özel olarak yaratılmış olan cehennemdir.
Çünkü inkar edenler suçludurlar ve işledikleri de olabilecek en büyük suçtur. İnsanın, kendini yaratan, can veren Allah'a isyan ve nankörlük etmesi, tüm evrendeki en büyük suçtur. Buna karşılık cehennem Allah'ın adaletinin yerine getirileceği mekandır. İnsan Allah'a kul olsun diye yaratılmıştır. Yaratılış amacını reddederse bu hatasının karşılığını görür. Allah, bir ayette şöyle buyurmaktadır:
![]() |
... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.(Mü'min Suresi, 60)
Ayette bildirildiğine göre insanların birçoğu cehenneme gidecektir ve kimsenin de cehennemden kurtulmak için bir garantisi yoktur. Her insan için en büyük tehlike cehennemdir ve hiçbir şey, bir insanın kendisini -Allah'ın dilemesi dışında- sonsuza kadar sürecek olan cehennem azabından korumasından daha önemli değildir. Dünya üzerindeki hiçbir iş, cehennemden kurtulmak için yapılacak işlerden önemli olamaz.
Bu açık gerçeğe karşın, insanların birçoğu bir tür sarhoşluk hali içinde hareket ederler. Önemsiz bir konu için aylarca, yıllarca çalışırlar da, kendileri için en büyük tehlike olan cehennemden nasıl kurtulacaklarını düşünmezler bile. Ateş yanı başlarındadır ama onlar bunu fark edemeyecek kadar kördürler. Kuran'da, "daimi sarhoşluk" (gaflet) halindeki bu çoğunluktan şöyle söz edilir:
İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma geldiğinde, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır...(Enbiya Suresi, 1-3)
Bazı insanlar dünya hayatında kendilerine verilmiş olan süreyi, detaylarla oyalanarak geçirirler. Kimisi işinde yükselmeyi, kimisi "mutlu bir yuva" kurmayı ve çok para kazanmayı hayatının asıl amacı haline getirmiştir. Bunlar Allah rızası için yapıldığında insana hem dünyada hem de ahirette fayda getirmesi umulan işlerdir, ancak bir insanın hayatındaki tek amacının bunlar olması yanlıştır. Bu zihniyetteki kişiler önlerindeki büyük tehlikenin farkında değildirler. Öyle ki bu kişiler cehennemi sözde "hayali bir kavram" gibi kabul ederler.
Oysa cehennem, söz konusu kişilerin şiddetle bağlandıkları bu dünyadan daha gerçektir. Dünya yok olacaktır, ama cehennem sonsuza dek vardır. Dünyayı, evreni ve insanı eşi benzeri bulunmaksızın sayısız denge ve ayrıntı üzerinde kusursuz bir sanatla yaratan Allah, aynı şekilde ahireti ve cehennemi de yaratmıştır. Cehennem azabını bütün müşrik, münafık ve inkarcılara vaat etmiştir.
Yaratılmış en kötü mekan olan cehennem, hayal gücünün alabileceğinden çok öte bir azap kaynağıdır. Bu azap Allah'ın şanına yakışır şekilde yaratılmıştır ve dünyada mümkün olan en büyük acılardan kat kat şiddetli acılar içerir.
Kuran
ayetlerine göre cehennemdeki azap inkarcılar için sonsuza dek sürecektir. Bu
kişiler dünya hayatından istedikleri kadar yararlanıp, bunun karşılığında
cehennemde bir süre kalacaklarını zannederler. Kuran'da ise cehennemin sonsuza
dek sürecek bir azap mekanı olduğu haber verilmektedir. İnkar edenler, ayette
bildirildiği üzere, "bütün zamanlar
boyunca içinde kalacaklardır." (Nebe Suresi, 23)
Bütün
canlı-cansız varlıkları olduğu gibi kendisini de yaratan ona "işitme, görme ve gönüller" (Nahl Suresi,
78) veren Allah'a karşı, hayatını nankörlük
ve isyan içinde geçiren kimse, -Allah'ın dilemesi dışında- sonsuz azabı hak
etmiştir. Kendisini avutmak için öne sürdüğü safsataların hiçbir yararı
olmayacaktır. Dünyada iken yaptığı taşkınlıklar, Allah'ın dinine karşı
gösterdiği kayıtsızlık ve hatta hınç, onu bu duruma düşürmüştür. Dünyada iken
Allah'a karşı büyüklük taslamış, müminlere karşı da düşmanlık beslemiş
olanlara, mahşer günü şöyle denecektir:
Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak
cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne
kötüdür. (Nahl Suresi, 29)
Cehennemin en korkunç özelliklerinden biri, azabın
hiçbir zaman bitmeyecek olmasıdır. İçine bir kez girdikten sonra artık geri
dönüş yoktur. Oradaki tek gerçek sonsuza kadar sürecek ateş azabıdır. Allah'ın
kahredici ("Kahhar") sıfatının en çok tecelli ettiği nokta budur.
Bununla yüz yüze gelen insan ruhen sonsuz yıkıma uğrar çünkü artık hiçbir umudu
kalmamıştır. Kuran'da, cehennem halkının çaresizliği şöyle anlatılır:
Fasık olanlar içinse, artık onların da
barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve
onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)


İnkar edenler, Allah'ın huzurunda hesaba çekildikten
sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar. Bu an, sonsuza dek içinde
kalacakları cehenneme sürülecekleri andır. Kafirler için hiçbir kaçış imkanı
yoktur. Hazır bulundurulan milyarlarca insanın yarattığı mahşer kalabalığı,
kafirler için bir kurtuluş ya da gözden kaçma imkanı yaratmaz. Kimse bu
kalabalığın arasına karışıp kendisini unutturamaz, kaybettiremez. Cehennem
ehlinin her biri, kendisi için görevlendirilmiş bir şahit, bir de sürücü
melekle beraber gelir:
Sur'a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin
(gerçekleştiği) gündür.
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir."
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın (Kaf Suresi, 20-26)
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir."
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın (Kaf Suresi, 20-26)
İşte kafirler bu korkunç yere doğru yüzüstü
sürüklenerek götürülürler. Kuran'ın ifadesiyle "bölük bölük"
cehenneme doğru sevk edilirler. Ancak daha ulaşmadan, uzaktan cehennemin
korkusu yürekleri sarar. Çünkü cehennemin dehşet verici homurtusu ve uğultusu
çok uzaktan bile duyulur.
Ayetlerde bildirildiğine göre inkarcılar, dirilişle
birlikte başlarına gelecekleri hissetmeye başlarlar. Boyunları aşağılanmaktan
ve utançtan ötürü bükülmüştür. Başları düşmüş, dostsuz, yardımcısız kalmış,
kibirleri kırılmış, çökmüş durumdadırlar. Utançlarından dolayı başlarını
kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakarlar. Bir ayette şöyle belirtilir:
Onları görürsün; zilletten başları
önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden
bakarlar. İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem
kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana
uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir
azap içindedirler. (Şura Suresi, 45)
Cehennem azap vermek için yaratılmıştır. İçine atılan
çok sayıda inkarcıya rağmen daha fazlasını ister.
O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun
mu?" O da: "Daha fazlası var mı?" diyecek.(Kaf Suresi, 30)
Cehennem bir kere yakaladığını sonsuza kadar alıkoyar.
Allah, Kuran'da cehennemi şöyle tarif etmektedir:
Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.
Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere
delicesine susamıştır. (Müddessir
Suresi, 26-29)
Kilitlenen Kapıların Ardındaki Sonsuz Hayat
İnkar edenler, cehenneme girdiklerinde cehennemin
kapıları üzerlerine kapatılır ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle
karşılaşırlar. Biraz sonra ateşe atılacaklarını ve bunun da sonsuza kadar
süreceğini anlamışlardır. Kapıların kapanması, artık bir çıkışın ya da kaçışın
olmadığını gösterir. Allah, inkarcıların durumunu şöyle haber verir:
Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol
yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). Kapıları kilitlenmiş bir ateş onların
üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)
Karşı
karşıya kaldıkları azap, Kuran'da bildirildiği üzere "büyük bir azap" (Al-i İmran Suresi, 176), "şiddetli bir azap" (Al-i İmran Suresi, 4) ve "acıklı
bir azap"tır (Al-i
İmran Suresi, 21). İnsanın dünya hayatında sahip olduğu
kıstaslar, cehennem azabını tam olarak kavramaya yeterli değildir. Birkaç
saniye olsun ateşe veya kaynar suya dayanamayan insan, sonsuza kadar sürecek
bir ateş azabını zihninde gerektiği gibi canlandıramaz. Hatta dünyadaki ateşin
verebileceği herhangi bir acı, cehennem azabının şiddeti ile karşılaştırılamaz.
Allah'ın azabının bir benzeri yoktur:
Artık o gün hiç kimse (Allah'ın)
vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

Kuran'da anlatıldığına göre, cehennemde tam anlamıyla
bir hayat vardır. Ancak her anı çok yönlü işkencelerle ve acılarla dolu bir
hayat söz konusudur. Cehennemdeki bu hayat, aşağılanmanın, rezilliğin,
sefilliğin, fiziksel ve psikolojik eziyetlerin, işkencelerin çok çeşitli
uygulamalarından oluşur. Cehennemdeki azabı dünyadaki herhangi birşeyle
kıyaslamak elbette mümkün değildir.
Cehennem
ehli beş duyusuyla da azap çeker. Gözü dehşet verici ve iğrenç görüntüler
görür; kulağı korkunç ve acı veren sesler, uğultular, gürültüler, çığlıklar,
inlemeler, haykırışlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici
kokularla dolar; dili en iğrenç tadları, en dayanılmaz acıları hisseder; derisi
ve tüm vücudu, tek bir hücresi eksik kalmamak üzere yanar, kavrulur, parçalanır,
şiddetli acılar içinde kıvranır. Bir türlü ölüp yok olmaz. Kuran'ın
ifadesiyle "ateşe ne kadar da
dayanıklıdır". (Bakara Suresi, 175) Derileri
yenilenir, azapta hiçbir kesinti ve hafifleme olmadan aynı işkence sonsuza
doğru gider. İnkar edenlerle ilgili olarak Allah bir ayette şöyle
buyurmaktadır:
"Girin ona; artık ister sabredin,
ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak yaptıklarınızla
cezalandırılıyorsunuz." (Tur
Suresi, 16)
Cehennemde, fiziksel acıların yanında şiddetli manevi
azaplar da vardır. Cehennem ehli aşağılanır, horlanır, rezil olur, pişman olur,
çaresizliğini ve ümitsizliğini düşündükçe azabı daha da artar. Sonsuzluk aklına
geldikçe mahvolur. Öyle ki, azap bir milyon yıl sonra veya bir milyar yıl sonra
ya da trilyonlarca yıl sonra sona erecek olsa bu onun için büyük bir umut ve
sevinç kaynağı olurdu. Ama azabın bir daha hiç sonunun gelmeyeceğini,
cehennemden -Allah'ın dilemesi dışında- hiçbir zaman çıkış olmayacağını
bilmenin verdiği ümitsizlik hissi dünyadaki herhangi bir ümitsizlik hissiyle
kıyaslanamayacak bir duygudur.
Kuran'daki tasvirlerden anlaşıldığına göre cehennem;
pis kokusu, dar, gürültülü, karanlık, isli, dumanlı, izbe ve tekin olmayan
sokakları, hücreleri kavuran sıcaklığı, en iğrenç yiyecek ve içecekleri,
ateşten elbiseleriyle sonsuza kadar sürecek olan sayısız azap türünün var
olduğu bir mekandır.
Cehennemdeki ortamı, fikir vermesi açısından bazı
yönlerden, nükleer savaş sonrasındaki dünyayı tasvir eden filmlerdeki karanlık,
alabildiğine pis, iğrenç, bunaltıcı ortamlara benzetebiliriz. Elbette böyle bir
mekanda ona uygun da bir hayat söz konusudur. Cehennem ehli duyar, konuşur,
tartışır, kaçmaya çalışır, ateşte yakılır, azabın hafifletilmesini ister, susar,
acıkır, pişmanlık duyar. Şuuru çok açıktır.
Bu ortamda cehennem ehli, pis ve iğrenç mekanlarda
hayvanlar gibi yaşarlar. Yiyecek olarak yalnızca zakkum ağacını veya darı
dikenini bulabilirler. İçecek olarak ise irin, kan ve kaynar sudan başka
birşeyleri yoktur. Bu arada ateş onları her yanlarından kuşatmıştır. Yanan
derilerinin yerine yenileri yaratılır. Böylece ateşin verdiği acı, kesintisiz
bir şekilde hiç hafiflemeden devam eder.
Derileri dökülmüş, etleri yanmış, iç organları
fırlamış, bütün vücutları yanık, kan, irin içinde olduğu halde zincirlere
vurulur ve kırbaçlanırlar. Tasmalandırılır, elleri boyunlarına bağlı olarak
cehennemin daracık yerlerine atılırlar.
Zebaniler tarafından ateşten yataklara yatırılırlar,
üzerlerine örttükleri örtüler bile ateştendir. Bu azaptan kurtulabilmek için
sürekli feryat ederler, yalvarırlar; ama kendilerine cevap bile verilmez. En
azından, bir günlük de olsa azabın hafiflemesini ister, ancak yine aşağılanma
ve azapla karşılık görürler.
Cehennemde yaşanacak olan bütün bu olaylar kesin birer
gerçektir. Bugün dünyada sürdürdüğümüz hayat kadar hatta daha da gerçektirler.
Ayetlerde
bildirildiği üzere Allah'a, O'nun tam olarak istediği gibi değil, bir ucundan
ibadet edenler (Hac Suresi, 11); "nasıl
olsa Allah bağışlar" diyerek
günah işleyip de azapta belirli bir süre kalacaklarını umanlar (Al-i İmran
Suresi, 24); Allah'tan başka ilahlar edinerek, para, mevki, kariyer gibi
kavramları hayatlarının amacı haline getirenler; Allah'ın dinini kendi
istekleri doğrultusunda değiştirenler, Kuran'ı şahsi menfaatlerine göre
yorumlayıp çarpıtanlar, imandan sonra inkara sapanlar, kısacası bütün
inkarcılar, müşrikler ve münafıklar hepsi cehenneme istiflenirler. Bu Allah'ın
kesin bir sözüdür ve gerçekleşecektir:

Eğer Biz dilemiş olsaydık, her bir nefse
kendi hidayetini verirdik. Fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir:
"Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (inkâr edenlerle) tamamıyla
dolduracağım." (Secde
Suresi, 13)
Bu insanlar da zaten cehennem için özel olarak
yaratılmışlardır:
Andolsun, cehennem için cinlerden ve
insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Bütün
bu hallerine karşın, artık sonsuza kadar cehennem ehline acıyacak, onları
ateşten kurtaracak, onlara yardım edebilecek tek bir kişi yoktur. Allah onlarla
ebediyen muhatap olmayacaktır. Unutulmuşluğun, terk edilmişliğin, itilmişliğin
ızdırabını yaşarlar. "...
bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur." (Hakka Suresi, 35) Tek muhatap oldukları önlerindeki sonsuz
yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler uygulayacak olan azap
melekleri, yani "zebaniler"dir.
Cehennem ehline azap vermekle görevli olan bu
melekler, zerre kadar merhamet hissine sahip değildirler. Son derece acımasız,
sert, güçlü ve dehşet verici meleklerdir bunlar. Alemlerin Rabbi olan Allah'a
iman etmeyenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır
ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler. "İltimas"
yapmaları, azabı eksik tutmaları, inkarcıları gözden kaçırmaları mümkün
değildir.
Her insan böyle bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Eğer
kendisini yaratmış olan Allah'a nankörce isyan eder ve böylece olabilecek en
büyük suçu işlerse, cehennem azabıyla cezalandırılacaktır. Bu nedenle Allah,
insanları bu suçu işlememeleri için uyarmaktadır:
Ey iman edenler, kendinizi ve
yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde
oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona
isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler. (Tahrim Suresi, 6)
Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son
vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı,
günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını)
çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

Sonuçsuz Yalvarmalar ve Ümitsizlik
Cehennem ehli, büyük bir çaresizlik içindedir.
Başlarına gelen azap, hem korkunç derecede acı verici hem de sonsuzdur. Tek
çare olarak sızlanmayı, yalvarmayı seçerler. Gördükleri herkese yalvarırlar.
Cennet ehlini görürler, onlardan bir parça olsun su ve yemek isterler. Allah'a
yalvarmaya, merhamet dilemeye çalışırlar. Ama hepsi boşunadır.
Yalvarmalarının bir kısmı, cehennemin bekçileri olan
zebanileredir. Kendilerine en görülmedik işkenceleri yapan bu azap meleklerine
bile yalvarır ve onlardan kendileri adına Allah'a aracılık etmelerini isterler.
İçinde bulundukları azap o kadar yoğun bir azaptır ki, onun bir gün olsun
hafifletilmesi için yalvarırlar; ama yanıt alamazlar:
Ateşin içinde olanlar, cehennem
bekçilerine dediler ki: "Rabbinize dua edin; azaptan bir günü (olsun) bize
hafifletsin." (Bekçiler:) "Size kendi Resulleriniz açık belgelerle
gelmez miydi?" dediler. Onlar: "Evet" dediler. (Bekçiler:)
"Şu halde siz dua edin" dediler. Oysa kafirlerin duası çıkmazda
olmaktan başkası değildir. (Mümin
Suresi, 49-50)
Bunun yanında Allah'tan merhamet dilemeye de
çalışırlar. Ancak yine boşunadır:
Dediler ki: "Rabbimiz,
mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz. Rabbimiz,
bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkâra) dönersek, artık gerçekten zalim
kimseler oluruz." Der ki: "Onun içine sinin ve Benimle söyleşmeyin.
Çünkü gerçekten Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz, iman ettik, Sen
artık bizi bağışla ve bize merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın,
derlerdi de, siz onları alay konusu edinmiştiniz; öyle ki, size Benim zikrimi
unutturdular ve siz onlara gülüp duruyordunuz. Bugün Ben, gerçekten onların
sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa'
erenlerdir." (Müminun Suresi,
106-111)
Ayetten anlaşıldığına üzere bu, Allah'ın cehennem
ehline son hitabıdır (Doğrusunu Allah bilir). Çünkü, Allah bunlara "O'nun
içine sinin ve Benimle söyleşmeyin" dedikten sonra artık bunun
aksi söz konusu değildir. Bu, düşünmesi bile insana çok sıkıntı veren bir
durumdur.
Cehennem ehli çığlık çığlığa azap çekerken,
"kurtuluşa ve mutluluğa eren"ler, yani müminler de cennetin nimetleri
içindedirler. Ve cehennem ehlinin çektiği manevi azapların birini, söz konusu
cennet ehli ile olan diyaloğu oluşturur. İnkarcılar, cehennemin korkunç
azapları içinde işkence görürken, bir yandan cenneti görür, oradaki büyük nimet
ve ihtişamı izlerler. Dünyada iken kendileriyle alay ettikleri müminlerin;
büyük bir rahatlık içinde, görkemli mekanlarda, muhteşem evlerde, nefis yiyecek
ve içecekleri tattıklarını görürler. Kendi yaşadıkları azap ve aşağılanmaya
karşılık, müminlerin böylesine büyük bir nimet, övülmüşlük ve huzur içinde
olduğunu fark ederler. Bu ise yaşadıkları azabı daha da şiddetlendirir.
Duydukları pişmanlık, dayanılmaz boyutlara varır. Dünyada iken iman etmemiş,
müminlerin aksine Allah'ın hükümlerine itaat etmemiş olmalarının kahredici
pişmanlığı içinde boğulurlar. Bu psikoloji içinde, cennet ehliyle diyalog
kurmaya, hatta onlardan yardım dilemeye de çalışırlar. Yalvarırlar; ancak yine
boşunadır. Bu arada cennettekiler de inkarcıların halini görürler ve bu onların
Allah'a daha çok şükretmelerine neden olur. Kuran'da, cennet ve cehennem ehli
arasındaki diyaloglar şöyle haber verilir:

Onlar (müminler) cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.
Suçlu-günahkarları;
"Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?"
Onlar: "Biz namaz kılanlardan değildik" dediler.
"Yoksula yedirmezdik.
(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.
Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.
Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı."
Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz. (Müddesir Suresi, 40-48)
Sonsuz Azaptan Kurtulmak İçin Bir Hatırlatma
Bu bölümde, herşeyi olduğu gibi insanı da bir amaçla
yaratan, üstün kudret sahibi Allah'ın varlığına inanan ve O'nu inkar eden
insanların ahiretteki durumlarını özetledik. Ancak unutmamak gerekir ki, bu
anlattıklarımız insanların doğduklarından beri dinlemeye alıştıkları cennet ve
cehennem tasvirlerinden çok farklı bir amaç içermektedir. Amacımız bazı
insanlara inançsız olarak yaşadıkları hayatta çektikleri sıkıntının, ahirette
de yakalarını bırakmayacağını bir kez daha hatırlatmaktır.
Elbette her insan dünyada dilediği şekilde yaşamakta,
dilediği yolu seçmekte serbesttir. Hiçbir insanın bir diğeri üzerinde herhangi
bir zorlaması olamaz. Ancak Allah'ın varlığına ve sonsuz adaletine iman eden
insanlar olarak hepimizin görevi, inkar eden ve içinde bulundukları durumun,
gidişatın farkında olmayan insanları uyarıp korkutmaktır. Zira Allah bu
insanların içinde bulundukları durumu ayetleriyle şöyle bildirmiştir:
Binasının temelini, Allah korkusu ve
hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek
bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine
yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Dünyada Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve
kendilerini yaratan Rabbimiz'i şuursuzca inkar eden insanların ahirette hiçbir
kurtuluşları olmayacaktır. O halde insana düşen, gerçekleri fark ettiğinde hiç
zaman yitirmeden içine girdiği ve sonu yıkım olan yoldan geri dönüp, kendini
Allah'a teslim etmektir. Bunu yapmadığı takdirde, aşağıdaki ayetlerde
bildirilen pişmanlığı mutlaka yaşayacaktır:
O inkâr edenler Müslüman olmayı nice
kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş)
emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)
Sonsuz azaptan ve bu pişmanlıktan kurtulmanın ve
Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu ise bellidir:
Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek,
Tüm yaşamını Rabbimizi razı edeceği umulan
davranışlarla geçirmek...
Gerçekten Sen, herşeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)








0 yorumlar:
Yorum Gönder