Evrim Aldatmacası PDF
Giriş: Neden Evrim Teorisi?
Evrim teorisi ya da "Darwinizm" kavramlarını duyan insanların bir bölümü, bu kavramların sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını sanabilirler. Oysa, evrim teorisi, biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, dünya üzerinde yaygın bir kitleyi etkisi altına almış yanlış bir felsefenin altyapısını oluşturur.
Bu felsefe, sadece maddenin varlığını kabul eden, insanı bir "madde yığını" olarak gören, insanın gelişmiş bir hayvan türü olarak ortaya çıktığını ve doğadaki tek geçerli kanunun "çatışma" olduğunu varsayan bir öğretidir. İsmi "materyalizm"dir ve her ne kadar bilim görüntüsü altında insanlara empoze edilse de, bilimsel bir dayanağı bulunmayan eski bir dogmadır. Eski Yunan'da doğan bu dogma, 18. yüzyılda bazı Avrupalı düşünürler tarafından yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarılmıştır. 19. yüzyılda da Marx, Darwin, Freud gibi teorisyenler tarafından bilimlere uygulanmış, daha doğrusu çeşitli bilim dalları materyalist felsefeye uydurulabilmek için çarpıtılmıştır.
19. ve 20. yüzyıllar, materyalizmin kanlı bir "deney alanı" olmuştur: Bu felsefeden kaynak bulan (veya ona tepki görüntüsü altında onunla aynı temelleri paylaşan) ideolojiler ve dünya görüşleri, dünyaya acımasızlık, çatışma ve savaş getirmişlerdir. 20. yüzyılda yaklaşık 120 milyon insanın yaşamına mal olan komünizm, materyalist felsefenin siyasi uygulamasından başka bir şey değildir. Materyalizme reddiye iddiasıyla ortaya çıkan, ancak bu felsefenin çatışmacı temelini aynen benimseyen faşizm ise, iki büyük dünya savaşının, sayısız soykırım, katliam ve zulmün sorumlusudur.


Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan."
2. Karl Marx
Karl Marx, Darwin'in teorisinin materyalizme ve dolayısıyla komünist ideolojiye büyük bir sahte temel sağladığını açıkça belirtmişti. Marx, Darwin'e olan sempatisini, en büyük eseri sayılan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermişti.
Kısacası, son iki
yüzyıldır insanlığa isabet eden belalarda, materyalist felsefenin büyük bir
rolü vardır. İnsanlar arasındaki farklılıkların bir "çatışma" nedeni
olduğunu varsayan her türlü düşüncede, bu felsefenin izlerini bulmak mümkündür.
Evrim teorisi bu noktada çok önemlidir. Çünkü insanları
materyalist felsefeye sürükleyen, onlara bu dogmayı "bilimsel" gibi
gösteren en önemli unsur, Darwin'in evrim teorisidir. Komünizmin kurucusu Karl
Marx'ın ifadesiyle, Darwin'in teorisi materyalizmin "doğabilimleri
açısından temeli"dir.1
Oysa bu temel çürüktür ve insanlık, materyalizme inanarak büyük
bir aldanışa düşmektedir. Nitekim bu gerçek çağımızın bilimsel bulguları
tarafından ortaya konmaktadır. Darwin'in evrim teorisi bilim tarafından
reddedilmekte, bilimsel bulgular dünya üzerinde varlığımızın kökeninin
"yaratılış" olduğunu göstermektedir: Evreni, canlıları ve insanları
Allah yaratmıştır.
Elinizdeki kitap bu gerçeği insanlara duyurmak için yazıldı.
Yazıldığı günden bu yana da ilk önce Türkiye'de, ardından da dünyanın pek çok
farklı ülkesinde milyonlarca insana ulaştı. Kitap, orijinal yazım dili olan
Türkçe'nin ardından; İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Çince,
Arapça, Boşnakça, Arnavutça, Urduca, Malayca ve Endonezyaca gibi dillere
çevrilerek dünyanın pek çok ülkesindeki farklı kesimlerden okuyucular
tarafından ilgiyle izlendi.
Evrim Aldatmacası, Darwinist düşünceyi
savunan çevrelerde de yankı buldu. ABD'deki Bilim Eğitimi Ulusal Merkezi
(National Center for Science Education) tarafından yayınlanan Reports dergisinin,
10 Kasım 1999 tarihli sayısının kapağında Evrim Aldatmacası'nın resmi duruyordu ve
derginin yaklaşık 30 sayfası bu konuya ayrılmıştı. 22 Nisan 2000 tarihli New
Scientist dergisi, "Burning
Darwin" (Darwin'i
Yakmak) başlıklı bir makalesinde, dünyada evrim teorisine karşı
yürütülen entelektüel kampanyada yazar Harun Yahya'nın eserlerinin önemli bir
yeri olduğunu vurguladı. New
Scientist, şöyle yazıyordu:
Harun Yahya uluslararası bir kahraman. Kitapları İslam
dünyasının her yanına yayılmış durumda.

New Scientist dergisinde Sayın Adnan Oktar'ın tanıtıldığı ifadeler:
"Harun Yahya uluslararası bir kahraman. Kitapları İslam dünyasının her yanına yayılmış durumda."
Bilim dünyasının lider dergisi Science'ın,
18 Mayıs 2001 tarihli "Yaratılışçılık Asya ve Avrupa'nın
Birleştiği Yerde Kök Salıyor" (Creationism Takes Root Where
Europe, Asia Meet) başlıklı bir makalesinde ise, "Harun Yahya'nın
kitaplarının pek çok yerde ders kitaplarından bile daha etkili olduğu"
ifade ediliyordu.
Belirtmek gerekir ki, evrim teorisini savunan bu ve
benzeri bilimsel dergiler, Evrim Aldatmacası kitabını önemle
konu edinmelerine rağmen, kitapta yer alan bilimsel delil ve argümanlara bir
cevap getiremediler.
Getirmeleri de mümkün değildir, çünkü evrim teorisi
bilimsel bir çöküş içindedir. Evrim Aldatmacası kitabının bu
baskısı, daha da genişletilmiş ve güncellenmiş olarak, bu çöküşü ortaya
koymaktadır. Kitabın bölümlerini okudukça, evrim teorisinin ileri sürüldüğü
gibi bilimsel bir gerçek değil, bilime rağmen materyalizm uğruna yaşatılan bir
dogma olduğunu göreceksiniz. Kitabın son iki bölümünde ise, materyalizmin daha
da temel bir noktadan çürütülmesini okuyacak, tüm dünyaya bakışınızı
değiştirecek büyük bir gerçekle yüzyüze geleceksiniz.
Umulur ki Evrim Aldatmacası, yaklaşık 160
yıldır insanlığı aldatan materyalist-Darwinist dogmanın çöküşüne katkıda
bulunmaya devam edecektir. Ayrıca insanlara, nasıl var olduğumuz ve bizi
yaratan Allah'a karşı hangi sorumlulukları taşıdığımız gibi bazı temel
gerçekleri hatırlatmayı sürdürecektir.
Önsöz: Çağımızın En Büyük Çıkmazı: Evrim Aldatmacasına İnanmak
Yeryüzünde yaşayan
milyonlarca canlı türünün her birinin birbirinden mucizevi özellikleri,
birbirine hiç benzemeyen davranış şekilleri, birbirinden kusursuz fiziksel
yapıları vardır. Bu canlıların her biri benzersiz incelikler ve güzelliklerle
yaratılmıştır. Bitkiler, hayvanlar ve en başta da insan, dış görünümlerinden
gözle görülmeyen hücrelerine kadar büyük bir bilgi ve sanatla var edilmiştir.
Bugün canlıların her detayını araştıran, bu detaylardaki mucizevi yönleri
keşfeden, tüm bunların nasıl meydana geldiği sorusuna cevap arayan çok sayıda
bilim dalı ve bu bilim dallarında görev yapan onbinlerce bilim adamı vardır.

Bu bilim adamlarının bir
kısmı, inceledikleri yapılardaki mucizevi yönleri ve bunların meydana
getirilmesindeki aklı keşfettikçe, bunlara hayranlık duymakta ve tüm bunların
sonsuz bir akıl ve bilgi ile yaratıldığına tanık olmaktadırlar. Ancak bir kısmı
da, şaşırtıcı bir şekilde, tüm bu mucizevi özellikleri var edenin şuursuz
tesadüfler olduğunu iddia etmektedir.
Söz konusu bilim adamları, evrim teorisine inananlardır. Bu
kişilere göre canlıları meydana getiren proteinler, hücreler ve organlar,
sadece tesadüflerin art arda sıralanmasıyla var olmuşlardır. Yıllarca eğitim
görmüş, uzun araştırmalar yapmış, gözle görülmeyen tek bir hücredeki tek bir
organelin mucizevi işlevleri üzerine kitaplar yazmış insanlar, hayret verici
bir şekilde, bu olağanüstü yapıları kör tesadüflerin meydana getirdiğini
savunabilmektedirler.
Söz konusu profesörlerin inandıkları tesadüfler zinciri o kadar
akıl almazdır ki, içinde bulundukları durum, dışarıdan bakanları hayretler
içinde bırakmaktadır. Bu profesörlere göre, önce birçok tesadüf meydana gelerek
basit kimyasal maddelerin içinden - gerçekte tesadüfen oluşması "rastgele saçılan harflerin
kusursuz bir şiir oluşturmaları" kadar
imkansız olan 2 - bir protein oluşturmuşlardır. Bu iddia
sahipleri, sonra başka tesadüflerin başka proteinleri meydana getirerek, yine
tesadüfen bu proteinleri bir araya topladığını ve onları uygun şekilde organize
ettiklerini öne sürerler. Onlara göre, sadece proteinler değil, DNA, RNA,
enzimler, hormonlar, hücre organelleri gibi her biri son derece kompleks olan
hücre içi yapılar da, güya hep tesadüfen ve yan yana oluşmuştur. Bu milyonlarca
tesadüf sonucunda ise sözde ilk hücre meydana gelmiştir. İddiaya göre, kör
tesadüflerin marifeti olan mucizeler burada son bulmamış, bu hücre tesadüflerin
yardımı ile çoğalmaya başlamıştır. Söz konusu iddiaya göre bir başka tesadüf,
hücreleri organize etmiştir ve bundan ilk canlıyı meydana getirmiştir. İşte
evrim teorisyenleri, bilimsel hiçbir kanıt ile desteklenmeyen bu trajikomik
hikayeyi, küçük düşme pahasına, canla başla savunmaktadırlar.
Bir canlıdaki tek bir gözün oluşması için dahi, meydana gelmesi
imkansız milyonlarca olayın bir arada gerçekleşmesi gerekmektedir.
Darwinistlere göre, işte burada da tesadüf denen kör süreç devreye girmiş;
önce, yine sözde tesadüfen oluşan kafatasında en uygun yerlere en uygun
büyüklükte iki delik açmış ve sonra buraya tesadüfen gelen hücreler, yine
tesadüfen gözü inşa etmeye başlamışlardır. Görüldüğü gibi, Darwinistlere göre
tesadüfler, sonuçta ne elde etmek istediklerini bilerek hareket etmekte olan
müthiş yetenekli varlıklardır. Daha en baştan, "görmek, işitmek, nefes almak" ne
demektir bilen, yeryüzünde hiçbir örneği olmadığı halde bunlardan haberdar olan
"tesadüf", Darwinistlere göre büyük bir bilinç ve akıl göstererek,
son derece ileri görüşlü davranarak, canlılığı adım adım inşa etmiştir.
İşte, insanların büyük saygı duyarak isimlerini andığı,
fikirlerini benimsediği bu profesörler, bilim adamları, araştırmacılar, bu
denli akıl dışı bir senaryoya körü körüne bağlanmışlardır. Halen de çocuksu bir
inatla, bu masallarına inanmayanları dışlamakta, onları bilimsel olmamakla ve
bağnazlıkla suçlamaktadırlar. Kuşkusuz bunun, Ortaçağ'da dünyanın düz
olmadığını iddia edenleri yargılayarak cezalandıran, tutucu, yobaz ve cahil
anlayıştan hiçbir farkı yoktur.
Üstelik bu insanlar içinde Allah'a iman ettiğini, Müslüman
olduğunu söyleyenler de vardır. Bu insanlar "tüm canlılığı Allah yarattı" demeyi
bilimsel bulmamakta, bunun yerine "milyonlarca mucizenin tesadüf denen şuursuz bir
süreçle oluştuğunu" söylemenin
bilimsellik olduğuna inanabilmektedirler.

Darwinistler teorilerini "tesadüf" gibi çürük bir mantık üzerine kurgulamışlardır. Tesadüfleri şuurlu süreçler gibi gösterme yanılgısı Darwinistleri sürekli küçük düşürmektedir. Keza, tek bir proteinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır.
Bu insanların karşısına
taştan, tahtadan yontulmuş bir put konsa ve "bakın bu odayı ve
içindekileri bu put meydana getirdi" dense, bunun son derece saçma
olduğunu söyleyecek ve buna asla inanmayacaklardır. Ama buna rağmen "bakın
bu dünyayı ve içindeki birbirinden harika milyonlarca canlıyı tesadüf denen
şuursuz süreç büyük bir planlama yaparak, zaman içinde oluşturdu" şeklinde
ifade edilen bir hurafeyi, "en büyük bilimsel açıklama" gibi halka
duyurmaktadırlar.
Kısacası bu insanlar, tesadüfleri ilah olarak kabul etmekte,
tesadüflerin tüm evrendeki hassas sistemleri ve canlıları yaratabilecek kadar
akıllı, bilinçli ve güçlü olduğunu iddia etmektedirler. Onlara, tüm canlıları
yaratanın, sonsuz akıl sahibi Allah olduğu açıklandığında, bu gerçeğin kabul
edilemez olduğunu söyleyen evrimci profesörler, şuursuz, akılsız, güçsüz ve
iradesiz milyarlarca tesadüfün yaratıcı gücü olduğunu kabul edebilmektedirler.
Eğitimli, zeki ve bilgili insanların, toplu olarak, tarihin en
saçma, en akıl ve mantık dışı iddiasına böyle büyülenmişcesine inanıyor
olmaları, gerçekte çok büyük bir mucizedir. Allah, bir mucize olarak nasıl
hücre gibi olağanüstü bir organizasyona ve özelliklere sahip bir varlığı
yaratıyorsa, bu insanları da yine bir başka mucize olarak, çok açık gerçekleri
göremeyecek kadar kör ve kavrama yeteneğinden yoksun olarak yaratmaktadır.
Evrimciler, Allah'ın bir mucizesi olarak, küçük çocukların dahi çok kolay görebildikleri
gerçekleri, kendilerine defalarca anlatılmış olmasına rağmen anlayıp
kavrayamamakta ya da kavradıkları halde büyüklenerek gerçeklerden yüz
çevirmektedirler.
Bu kitabı okuduğunuzda bu mucizeye siz de tanık olacaksınız. Siz
de göreceksiniz ki; Darwinizm, bilimsel deliller karşısında tamamen çökmüş bir
teori olmasının yanı sıra, akıl ve mantıkla da hiçbir şekilde bağdaşmayan,
kendisini savunanları son derece küçük duruma düşüren büyük bir aldanıştır.

Bölüm 1: Önyargıdan Kurtulmak
Çoğu insan bir bilim adamından duyduğu her şeyi, mutlak doğru sanır. Bu bilim adamının birtakım felsefi ya da ideolojik önyargılara kapılmış olabileceğinden endişe etmez. Oysa bilim adamlarının bir bölümü, sahip oldukları bazı önyargıları ya da bağlı oldukları felsefi görüşleri, bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri halde, evrendeki ve canlılardaki yapıların, plan ve düzenin tesadüfler sonucu ortaya çıktığını savunurlar.


Söz gelimi bu tür bir
biyolog, canlılığın yapıtaşı olan bir protein molekülünde hayranlık uyandıran
bir düzen olduğunu ve bu düzenin tesadüflerle oluşma olasılığının bulunmadığını
rahatlıkla anlar. Ama buna rağmen, proteinin, milyarlarca yıl önce ilkel dünya
şartlarında rastlantılar sonucu meydana geldiğini iddia eder. Bununla da
kalmaz, yalnızca bir değil, milyonlarca proteinin tesadüflerle oluşup, sonra
hayranlık verici bir plan ve düzen içinde bir araya gelerek ilk canlı hücreyi
oluşturduklarını da çekinmeden iddiasına ekler ve bunu ısrarla savunur.
Bahsettiğimiz kişi "evrimci" bir bilim adamıdır.
Oysa aynı bilim adamı, boş bir arazide yürürken üst üste
dizilmiş üç tuğla görse, bunların tesadüfen meydana gelip, sonra yine tesadüfen
üst üste dizildiklerine asla ihtimal vermez. Hatta böyle bir şey iddia eden
kimsenin aklından kuşkulanır.
Peki, sıradan olayları normal değerlendirebilen bu insanlar,
konu "kendilerinin nasıl var olduğu?" sorusunu araştırmaya gelince,
nasıl olup da bu denli akıl dışı bir tutum sergilerler?
Elbette, bu davranışın bilim adına olduğunu söylemek mümkün
değildir. Çünkü bilimsel düşünceye göre, eğer bir olayın iki muhtemel nedeni
varsa, her iki ihtimal üzerinde de düşünmek gerekir. Eğer iki ihtimalden birisi
diğerinden çok daha düşükse, örneğin yüzde 1 ise, bu durumda akılcı ve bilimsel
olan hiç kuşkusuz ki yüzde 99 olan diğer ihtimal üzerinde yoğunlaşmaktır.
Bu bilimsel ölçüyü akılda tutarak düşünelim. Canlıların bu dünya
üzerinde nasıl ortaya çıktığı konusunda öne sürülen iki görüş vardır.
Birincisi, tüm canlıları, şu an sahip oldukları kompleks yapılarıyla Allah'ın
yarattığıdır. İkincisi ise, canlılığın bilinçsiz tesadüfler sonucunda meydana
geldiğidir. Bu ikincisi, evrim teorisinin iddiasıdır.
Bilimsel verilere, örneğin moleküler biyolojiye baktığımızda
ise, tek bir canlı hücrenin, hatta onda bulunan milyonlarca proteinden tek bir
tanesinin bile, evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal
olmadığını görürüz. İlerleyen bölümlerimizde ele alacağımız bilimsel detaylar
bu gerçeği net olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, canlıların ortaya çıkışı
hakkında öne sürülen evrimci görüşün doğru olma ihtimali "0"dır.
O halde, birinci görüşün doğru olma ihtimali "yüzde yüz"dür.
Yani, canlılık bir anda var edilmiştir. Diğer bir deyişle "yaratılmış"tır.
Tüm canlı varlıklar, üstün bir güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'ın
yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu gerçek yalnızca bir inanç biçimi değil, akıl
ve bilimin vardığı ortak sonuçtur.
Elbette bu gerçek karşısında, evrimci bir bilim adamının bu
iddiasından bütünüyle vazgeçmesi, açık ve ispatlanmış gerçeğe teslim olması
gereklidir. Aksine bir davranış, kendisinin "bilim adamı" olmaktan
çok, bilimi felsefesine, ideolojisine ve dogmatik inançlarına alet eden bir
kişi olduğunu gösterecektir.
Oysa bütün bunlara rağmen söz konusu evrimci "bilim
adamı"nın, gerçeklerle yüzleştiği her durumda, öfkesi, inadı ve
önyargıları bir kat daha artar. Onun bu tutumu tek bir kelimeyle açıklanabilir: "İnanç"
... Ama batıl bir inanç. Zira,
gerçeklerle karşı karşıya geldiği halde, bunlara gözünü kapayıp, hayalinde
kurduğu akıl dışı bir senaryoya ömür boyu bağlanmanın başka bir açıklaması
olamaz.
Körü Körüne Materyalizm
Sözünü ettiğimiz batıl
inanç, maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve maddenin dışında hiçbir şeyin
var olmadığını savunan materyalist felsefedir. Evrim teorisi, materyalist felsefenin
sözde "bilimsel dayanağı"dır ve bu felsefeyi ayakta tutmak için körü
körüne savunulur. Bilim, evrimin iddialarını geçersiz kıldığında ise -ki içinde
bulunduğumuz 21. yüzyılda varılan nokta budur- materyalizmi yaşatabilmek uğruna
bilim çarpıtılmaya ve evrimi destekler hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye'nin önde gelen evrimci biyologlarından birisinin yazdığı
bazı satırlar, bu körü körüne inancın doğurduğu yargı bozukluğunun etkisini
görmemiz için çok ideal bir örnek oluşturur. Söz konusu bilim adamı, canlı
organizmalarda bulunması zorunlu olan proteinlerden biri olan Sitokrom-C'nin
tesadüfen oluşabilmesi ihtimalinin imkansız olduğunu şu sözlerle anlatmaktadır.
Bir Sitokrom-C'nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır
denilecek kadar azdır... Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev
yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde
birinci varsayımı irdelemek gerekiyor. 3
Görüldüğü gibi söz konusu "bilim adamı", yaratılışı
kabul etmektense "sıfır denecek kadar az" bir olasılığı
"bilimsel" saymayı tercih edebilmektedir. Oysa bilimin kurallarına
göre, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir konu hakkında iki alternatif açıklama
varsa ve bunların birinin gerçekleşme ihtimali "sıfır" ise, o halde
doğru olan diğer ihtimaldir. Ancak, söz konusu dogmatik materyalist yaklaşım,
maddeye hakim olan madde-üstü bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmeyi baştan
yasaklamıştır. Bu yasak, yukarıda alıntı yaptığımız
evrimci yazarı ve aynı materyalist dogmaya inanan pek çok bilim adamını ne
yazık ki akla ve sağduyuya tamamen aykırı bir kabule götürmektedir.
Bu bilim adamlarına inanan ve güvenen bir kısım insanlar da, bu
kişilerin kitaplarını, yazılarını okuyarak, onların gözlerini kör eden
"materyalist büyü"nün etkisine girmekte, farkında olmadan aynı
duyarsızlığa bürünmektedirler.
Bazı bilim adamlarının ateist olmalarının nedeni, işte bu
bahsettiğimiz körü körüne materyalist bakış açısıdır. Bu büyünün etkisinden
kendilerini kurtaran ve açık bir yargı ile düşünen bilim adamları ise,
Yaratıcı'nın apaçık varlığını kabul etmekte hiç tereddüt etmezler. Bu bilim
adamlarından biri olan Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe,
canlılardaki yaratılışın varlığını kabul etmemekte direnen bilim adamlarını
şöyle anlatır:
Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının
önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Onbinlerce insan, bu sırları bulmak için
yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak
için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek
bir sonucu veriyordu: "Düzen!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim
tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Ama aksine, hücrede
keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu... Peki
neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? 4

Prof. Michael J. Behe Richard Dawkins
İşte dergilerde, televizyonlarda gördüğünüz, belki
kitaplarını okuduğunuz ateist evrimci bilim adamlarının durumu budur. Bu
insanların yaptıkları tüm bilimsel araştırmalar, kendilerine bir Yaratıcı'nın,
Allah'ın varlığını göstermektedir. Ancak onlar aldıkları dogmatik materyalist
eğitim ile o denli körleşmişlerdir ki, her şeye rağmen bu gerçeği reddetmeyi
sürdürürler.
Allah'ın
varlığının açık delillerini sürekli görmezden gelen bu kişiler tümüyle
duyarsızlaşırlar. Hatta, Hıristiyanlara seslenirken; "eğer bir heykelin sizlere el salladığını
görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... çok küçük
bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi,
tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş
olabilirler" 5 diyen ateist evrimci Richard Dawkins
gibi, saçma olanı savunmanın bir erdem olduğunu sanmaya başlarlar.
Kuran'da, insanlık tarihi boyunca inkarcıların sahip
oldukları bu ortak psikoloji çok güzel tarif edilmektedir:
Gerçek şu ki Biz onlara melekler
indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık
-Allah'ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu
cahillik ediyorlar. (En'am
Suresi, 111)
Kuran'daki bu ifadelerden anlaşılacağı gibi
evrimcilerin sahip oldukları dogmatik zihniyet, kendilerine özgü, orijinal bir
düşünce değildir. Evrimci bilim adamları, çağdaş bir bilimsel düşünceyi değil,
en ilkel putperest toplumlardan bu yana ısrarla devam eden bir cehaleti
korumaktadırlar. Başka ayetlerde aynı psikoloji şöyle belirtilir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı
açsak, oradan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü,
belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Kitlesel Evrim Telkini
Yukarıdaki ayetlerde de
belirtildiği gibi, kimi insanların gerçekleri görememelerinin önemli
nedenlerinden biri, akıl yürütmelerine engel olan bir tür "büyü"dür.
Evrim teorisinin dünyada yaygın kabul görmesinin altında da yine bu tür bir
"büyü" yatar. Büyüden kastettiğimiz, telkin yoluyla elde edilen bir
şartlanmadır. İnsanlar, tüm canlıların bir rastlantılar süreciyle ortaya
çıktığını öne süren evrim teorisinin doğru olduğuna dair o denli yoğun bir
telkin alırlar ki, buradaki çarpıklığı çoğu kişi fark etmez.
Söz konusu olumsuz telkin, akla olumsuz etki ederek, aklın yargı
ve kavrayış yeteneğini bozar. Daimi telkin altında bulunan bir akıl gerçekleri
olduğu gibi değil, telkin edildiği biçimde algılar. Bu, başka örneklerde de
rastlanan bir durumdur. Örneğin, bir kimseye hipnoz uygulanıp, üzerinde yattığı
yatağın bir araba olduğu telkini verilirse, o kimse hipnoz seansından sonra o
yatağı gerçekten bir araba gibi algılar. Bunu kendince çok makul ve mantıklı
sanır. Çünkü gerçekten de ona öyle görmektedir ve haklı olduğu konusunda hiçbir
şüphesi yoktur. Telkin mekanizmasının etki ve gücünü gösteren benzeri örnekler
pek çok araştırma ve deneyle kanıtlanmıştır, bilimsel literatürde ve psikoloji
kitaplarında yer almaktadır.
Evrim teorisi ve ona dayanan materyalist dünya görüşü de,
toplumlara bu tür telkin yöntemleri ile kabul ettirilir. Medyada, akademik
kaynaklarda, "bilimsel" platformlarda sürekli olarak evrim telkini
ile karşılaşan insanlar, bu teoriyi kabul etmenin aklın en temel prensiplerine
aykırı olduğunu fark edemez hale gelirler.
Aynı telkin, bilim adamlarını da etkisi altına alır. Bilimsel
kariyerlerinde yükselen genç isimler, her geçen süre zarfında materyalist dünya
görüşünü biraz daha benimserler. Pek çok evrimci bilim adamı, bu büyünün
etkisinde kaldıkları için, 19. yüzyılın bütün bilimsel kanıtlar tarafından
yalanlanan köhne evrimci tezlerine hala bilimsel bir çıkış yolu aramaya devam
etmektedir.
Dahası, bilim
adamlarını evrimci ve materyalist olmaya zorlayan mekanizmalar da vardır. Batılı
ülkelerde bir bilim adamının yükselebilmesi, doçent, profesör gibi ünvanlara
ulaşabilmesi, bilimsel dergilerde yazılarını yayınlatabilmesi için bazı
standartlara uyması gerekir. Evrim teorisini kayıtsız şartsız kabul etmek, bir
numaralı standarttır. Bu sistem, söz konusu bilim adamlarını bütün bilimsel
kariyerlerini dogmatik bir inanç uğruna harcamaya kadar götürür. Amerikalı
moleküler biyolog Jonathan Wells, Icons of Evolution (Evrimin İkonları) adlı
kitabında bu zorlayıcı mekanizmalardan şöyle söz eder:

Jonathan Wells ve Icons of Evolution (Evrimin İkonları) adlı kitabı
Dogmatik Darwinistler işe, kanıtlar hakkında dar bir yorum empoze ederek ve bunu bilim yapmanın tek yolu olarak göstererek başlarlar. Bunun ardından eleştiri getirenler bilimsel olmamakla damgalanır; yazdıkları makaleleler, yönetim kurullarına dogmatik (evrimci)lerin hakim olduğu önde gelen bilim dergileri tarafından reddedilir, kendilerine gelen bilimsel projeleri "ön yorum" için dogmatik evrimcilere yollayan devlet kurumları ise (evrim teorisine) eleştiri getirenlere fon sağlamazlar; ve sonuçta evrimi eleştirenler bilimsel camiadan tamamen dışlanır. Bu süreç içinde, Darwinist bakış açısı aleyhinde deliller yok edilir, güçlüler karşısındaki şahitlerin susturulması gibi. Ya da deliller özelleşmiş teknik bilim dergilerinin içine gömülür, öyle ki bunları buradan ancak kararlı bir araştırmacı bulup çıkarabilir. Eleştiri getirenler susturulduktan ve karşı deliller gömüldükten sonra, artık dogmatik evrimciler teorileri hakkında bilimsel bir tartışma bulunmadığını ve aleyhinde de bir delil olmadığını ilan ederler. 6
İşte sık sık
duyabileceğiniz "evrim bilim dünyasında kabul görmeye devam ediyor"
hikayesinin ardındaki gerçek budur. Evrim, bilimsel bir değeri olduğu için
değil, ideolojik bir zorunluluk olduğu için ayakta tutulmakta ve bu durumun
farkında olan bilim adamlarının da sadece bir kısmı "kral çıplak"
demeyi göze almaktadır.
Gazeteci Larry Witham, konuyla ilgili şu itirafı yapmıştır:
Düzinelerce, düzinelerce bilim adamı ile röportaj yaptım. Kendi
aralarında iken veya güvendikleri bir gazeteci ile konuştuklarında, "bu
indirgenemez komplekslikte" veya "moleküler biyoloji kriz
içinde" gibi ifadelerde bulunuyorlar, ama bunu toplum içinde açıkça dile
getiremiyorlar. 7
Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde modern bilimin, evrimciler
tarafından göz ardı edilen veya "teknik dergilerin içine gömülen" evrim
aleyhindeki bulgularını inceleyecek ve yaratılışın açık delillerini gözler
önüne sereceğiz. Okuyucu, evrim teorisinin, her aşamasında bilim tarafından
yalanlanan ve yaratılış gerçeğini örtbas etmek için ayakta tutulan bir
aldatmaca olduğuna bizzat şahit olacaktır. Okuyucudan beklenen ise, insanların
yargı yeteneğini bozan, akıllarını kör eden o büyüden silkinip bu kitapta
anlatılanları samimi olarak düşünmesidir.
İnsan kendisini bu büyüden kurtarır; açık, önyargısız ve özgür
bir biçimde düşünürse, apaçık olan gerçeği görür. Modern bilimin de her yönden
gözler önüne serdiği bu kaçınılmaz gerçek, canlıların bir tesadüfler zinciri
sonucunda değil, üstün bir yaratılış sonucunda var olduklarıdır. İnsanoğlu
sadece kendisinin nasıl var olduğunu, bir damla sudan nasıl oluştuğunu düşünse
ya da herhangi bir canlının mükemmel özelliklerini incelese bile, bu yaratılış
gerçeğini kolaylıkla görebilir.
Evrim teorisinin gerçek yüzünü gözler önüne seren tüm bu
çalışmalar, meydanın "boş" olduğu
düşüncesinin verdiği yersiz cesaretle, uzunca bir zamandır yazılı ve görsel
basında evrimci bir propaganda sürdürenlere de gereken cevabı vermektedir.
Dipnotlar
1 David Jorafsky, Soviet Marxism, Natural Science, s. 12
2 Bu benzetme, moleküler evrim teorisinin kurucusu sayılan Rus biyokimyacı Alexander Oparin tarafından yapılmış ünlü bir itiraftır. (A. I. Oparin, Origin of Life, s. 132-133)
4 Michael J. Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 232-233
5 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton, 1986, s. 159
6 Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth? Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, Regnery Publishing, 2000, s. 235-236
7 Ben Stein, Expelled "No Intelligence Allowed", 2008
Bölüm 2: Evrim Teorisinin Kısa Tarihi
Evrimci düşüncenin kökeni,
yaratılış gerçeğini reddeden dogmatik bir inanç olarak antik çağlara dek
uzanır. Eski Yunan'daki ateist felsefecilerin çoğu evrim fikrini savunmuştur.
Felsefe tarihine bir göz attığımızda da, evrim düşüncesinin pek çok ateist
felsefenin belkemiğini oluşturduğunu görürüz.
Modern bilimin doğması ve gelişmesinde ise, bu antik ateist
felsefenin değil, Allah inancının teşvik edici rolü vardır. Modern bilime
öncülük edenlerin çok büyük bölümü Allah'ın varlığına inanan insanlardır ve
bilimsel çalışmalar yaparken de Allah'ın yarattığı evreni keşfetme, O'nun
kanunlarını, yaratışındaki detayları görme amacını taşımışlardır. Leonardo da
Vinci, Kopernik, Keppler, Galilei gibi astronomlar, paleontolojinin babası sayılan
Cuvier, botaniğin ve zoolojinin öncüsü olan Linnaeus, "yaşamış en büyük
bilim adamı" olarak anılan Isaac
Newton gibi isimler, Allah'ın varlığına, tüm evrenin ve canlıların O'nun
yaratmasıyla var olduğuna inanarak bilim yapmışlardır. 8 20. yüzyılın en büyük dehası sayılan
Albert Einstein da yine Allah'a inanan bir bilim adamıdır ve şu sözlerin
sahibidir: "Derin
bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle de
ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır." 9
Modern fiziğin kurucularından ünlü Alman fizikçisi Max Planck
ise şöyle demiştir: "Hangi alanda olursa olsun bilimle ciddi şekilde
ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: 'İman et.'
İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir."10
Evrim teorisi ise, antik materyalist felsefelerin yeniden
uyandırılmasıyla gündeme gelen ve 19. yüzyılda yaygınlaşan materyalist
felsefenin ürünüdür. Materyalizm, başta da belirttiğimiz gibi, doğayı yalnızca
maddi etkenlerle açıklamaya çalışır. Yaratılışı en baştan reddettiği için de,
canlı ve cansız her varlığın, hiçbir yaratılış olmadan, rastlantılarla ortaya
çıktığını ve düzen kazandığını öne sürer. Oysa insan aklı, bir düzen gördüğünde
mutlaka bir düzenleyici iradenin varlığını kavrayacak şekilde işlemektedir.
İnsan aklının bu en temel özelliğine aykırı olan materyalist felsefe, 19.
yüzyılın ortasında "evrim teorisi"ni üretmiştir.
Darwin'in Hayal Gücü
Bugünkü savunulduğu
şekliyle evrim teorisini ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğabilimci olan
Charles Robert Darwin'dir.
Darwin hiçbir zaman gerçek bir biyoloji eğitimi almamıştı. Doğa
ve canlılar konusunda sadece amatör bir ilgiye sahipti. Bu ilgisinin bir sonucu
olarak, 1832 yılında İngiltere'den yola çıkan ve beş yıl boyunca dünyanın
farklı bölgelerini gezen H.M.S. Beagle adlı resmi keşif gemisinde gönüllü
olarak yer aldı. Genç Darwin, bu gezi sırasında gördüğü farklı canlı
türlerinden, özellikle de Galapagos Adaları'nda gördüğü farklı ispinoz
türlerinden çok etkilenmişti. Bu kuşların gagalarındaki farkların, çevreye uyum
sağlamalarından kaynaklandığını düşündü. Bu düşünceden hareketle canlılardaki
bütün çeşitliliğin kökeninde "çevreye uyum" kavramının olduğunu
varsaydı. Darwin bu düşüncesi ile, Allah'ın canlı türlerini ayrı ayrı yarattığı
gerçeğine karşı çıkmış ve canlıların ortak bir atadan gelerek doğa şartları
sonucunda birbirlerinden farklılaştıklarını öne sürmüştü.
Darwin'in bu varsayımı hiçbir bilimsel bulgu ya da deneye
dayanmıyordu. Ancak Darwin, dönemin bilinen materyalist biyologlarından aldığı
destek ve teşviklerle, bu varsayımlarını zamanla iddialı bir teori haline
getirdi. Bu teoriye göre canlılar tek bir ilkel atadan geliyorlardı ama çok
uzun bir süreç içinde küçük küçük değişimlere uğramışlardı ve böylece
farklılaşmışlardı. Darwin, ortama en iyi şekilde uyum sağlayanların
özelliklerini gelecek nesillere aktardığını, böylece bu yararlı değişimlerin
zamanla birikerek bireyi, atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürdüğünü
öne sürmüştü. (Bu "yararlı değişimler"in kökeninin ne olduğu ve nasıl
gerçekleştikleri ise meçhuldü.) Darwin'e göre insan da, bu hayali mekanizmanın
en gelişmiş ürünüydü.

Darwin'in gençlik hali ve Galapagos Adaları'na yolculuk yaptığı
Beagle gemisinin temsili resmi |
Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya
"doğal seleksiyonla evrim" adını verdi. Artık, "türlerin
kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü. Bu
fikirlerini 1859 yılında Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı.
Ancak Darwin, teorisinin pek çok açmazla karşı karşıya
olduğunun farkındaydı. Bunları kitabının "Teorinin Zorlukları"
(Difficulties on Theory) adlı bölümünde itiraf ediyordu. Bu
"zorlukların" başında, fosil kayıtları, canlılardaki tesadüfle açıklanması
mümkün olmayan kompleks organlar (örneğin göz), canlıların içgüdüleri gibi
konular geliyordu. Darwin bu zorlukların ileride yapılacak yeni keşiflerle
çözüleceğini ummuş, bazılarına da çok yetersiz açıklamalar getirmişti. İngiliz
fizikçi Henry S. Lipson, Darwin'in bu "zorlukları" hakkında şu yorumu
yapar:
Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in genelde
sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim.
"Teorinin Zorlukları" başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir
güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış
olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.11
Darwin'in en büyük zorluğu ise, teorisinin sorunlarına
çözüm getirmesini umduğu bilimin, gerçekte bu sorunları dev boyutlara taşıması
olacaktı.

Fransız doğa bilimci Lamarck, "kazanılmış özelliklerin aktarılması" iddiasını ortaya atarak Darwin'e zemin hazırladı. Oysa genetik kanunlarına göre kazanılan özelliklerin başka bir nesle aktarılması imkansızdı.
Darwin teorisini geliştirirken, kendisinden önceki pek
çok evrimci biyologtan, özellikle de Fransız biyolog Lamarck'tan etkilenmişti.12 Lamarck'a göre canlılar yaşamları
sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesle aktarıyorlar, böylece
evrimleşiyorlardı. Örneğin Lamarck, zürafaların ceylan benzeri hayvanlardan
türediklerini, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden
nesile boyunlarının uzadığını iddia etmişti. Darwin de canlıları evrimleştiren
etken olarak, Lamarck'ın "kazanılmış özelliklerin aktarılması" tezine
başvurdu.
Oysa gerek Lamarck gerekse Darwin yanılıyorlardı.
Çünkü o dönemde canlılık çok ilkel bir teknoloji ile, çok yetersiz bir düzeyde
incelenebiliyordu. Genetik, moleküler biyoloji ve biyokimya gibi bilim
dallarının henüz adları bile yoktu. Teorileri sadece hayal gücüne dayanıyordu.

Mendel'in keşfettiği genetik kanunları, evrim teorisi açısından bir zorluktu. Evrimciler tarafından içi su dolu baloncuk olduğu sanılan hücrenin olağanüstü kompleks yapısını anlamaya doğru ilk adımlar atılmış oldu.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken
Avusturyalı botanikçi Gregor Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti.
Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların
başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda
genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi
saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü hem
canlılığın Darwin'in sandığından çok daha kompleks olduğu, hem de Darwin'in öne
sürdüğü evrim mekanizmalarının geçersizliği ortaya çıkmıştı.
Bütün bu gelişmelerin, Darwin'in teorisini tarihin tozlu
raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi yenilemeye
ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma yerleştirmeye çalıştılar.
Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan çok ideolojik birtakım
hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.
Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, biyokimya, biyomatematik gibi bilim dallarının henüz hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bilimler eğer Darwin'in bu tezinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve doğal şartların genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler üretmesi mümkün değildi.
Yine o dönemde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece ilkel bir anlayışa sahipti. Eğer Darwin elektron mikroskobuna sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz kompleksliğe bizzat şahit olacaktı. Bu denli kompleks bir sistemin küçük rastlantısal değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle görecekti. Eğer biyomatematikten haberi olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantılarla oluşamayacağını anlayacaktı.

Hücrenin yapısının incelenmesi ancak elektron mikroskobunun keşfedilmesiyle mümkün olabildi. Darwin zamanında ise sağda görülen ilkel mikroskoplarla hücrenin ancak dış görüntüsüne ulaşılabilmişti.
Neo-Darwinizm'in Umutsuz Çabaları
Darwin'in teorisi 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde keşfedilen genetik kanunları karşısında tam anlamıyla
bir açmaza girmişti. Bunun üzerine Darwin'e sadakat göstermekte kararlı olan
bir grup bilim adamı, 1941 yılında Amerikan Jeoloji Derneği'nin düzenlediği bir
toplantıda bir araya geldiler. G. Ledyard Stebbins ve Theodosius Dobzhansky
gibi genetikçilerin, Ernst Mayr ve Julian Huxley gibi zoologların, George
Gaylord Simpson ve Glen L. Jepsen gibi paleontologların uzun tartışmalar
sonucunda vardıkları sonuç, Darwinizm'e yeni bir "yama" yapmak oldu.
Bu kişiler, Darwin'in iddia ettiği ama açıklayamadığı ve
Lamarck'a dayanarak çözmeye çalıştığı "canlıları sözde geliştiren ve
değiştiren yararlı değişikliklerin kaynağı nedir?" sorusuna,
"rastgele mutasyonlar" cevabını verdiler. Darwin'in doğal seleksiyon
tezine mutasyon kavramının eklenmesiyle ortaya çıkan bu yeni teoriye de
"Modern Sentetik Evrim Teorisi" adını koydular. Kısa sürede bu yeni
teori "neo-Darwinizm" olarak bilindi ve teoriyi ortaya atanlar da
"neo-Darwinistler" olarak anılmaya başlandı.
Bundan sonraki onyıllar, neo-Darwinizm'i ispatlamak için yapılan
umutsuz girişimlere sahne oldu. Mutasyonların, yani bir canlının genlerinde dış
etkenler sonucunda meydana gelen kopma, yer değiştirme ve bozulmaların, her zaman
için hasara yol açtığı biliniyordu. Ancak yine de neo-Darwinistler binlerce
deney yaparak "faydalı mutasyon" örneği oluşturmaya çalıştılar. Tüm
bu çabalar hep fiyasko ile sonuçlandı.
Neo-Darwinistler, öte yandan da, ilk canlı organizmaların,
teorinin iddia ettiği gibi ilkel dünya koşullarında tesadüfen ortaya çıkmış
olabileceğini ispatlamaya çalıştılar. Ancak aynı fiyasko bu alanda da yaşandı.
Canlılığın tesadüfen ortaya çıkışını ispatlamayı hedefleyen deneylerin hepsi
başarısız oldu. Bilimsel bulgu ve deneyler, canlılığın yapıtaşı olan
proteinlerden tek bir tanesinin bile tesadüflerle oluşamayacağını ortaya koydu.
En küçük canlı birimi olan hücre ise -evrimcilerin iddia ettiği gibi- ilkel ve
kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 21.
yüzyılın en ileri teknolojilerine sahip laboratuvarlarında bile sentezlenemedi.

Genetik biliminin keşfinin ardından evrim teorisini canlı tutmak için ortaya atılan Neo-Darwinizm
ve teorisyenleri: Ernst Mayr, Theodosius Dobzhansky, Julian Huxley
Neo-Darwinist teori, bir yandan da fosil kayıtları
tarafından hezimete uğradı. Yıllar süren arkeolojik çalışmalarda bulunan
fosiller arasında, neo-Darwinist teorinin öne sürdüğü gibi, canlıların ilkel
türlerden gelişmiş türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken
"ara geçiş formları"na dünyanın hiçbir yerinde rastlanamadı.
Yürütülen karşılaştırmalı anatomi çalışmaları ise, birbirlerinden
evrimleştikleri varsayılan canlıların çok farklı anatomik özelliklere sahip
olduklarını ve asla birbirlerinin atası ya da devamı olamayacaklarını gösterdi.
Ama
neo-Darwinizm bilimsel bir teori değil, ideolojik bir dogma, hatta bir tür "batıl din"di. Öyle ki neo-Darwinist teorinin en önde gelen
kurucularından biri olan Julian Huxley, 1958'de yayınladığı Religion Without
Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında bunu açıkça ifade etmişti. Huxley,
evrimin neden bir din olduğunu bir başka yazısında da şöyle açıklıyordu:
Bir din, temelinde dünyanın geneline yönelik ve
hepsini kapsayan bir bakış açısıdır. Dolayısıyla evrim, bir zamanlar Tanrı'ya
inancın üstlendiği fonksiyonu yerine getirebilir, yani insanoğlunun inanç ve
umutlarını koordine eden güçlü bir prensip olabilir.13
Benzer
bir görüş, kendisini "kararlı
bir evrimci" olarak tanımlayan Kanadalı düşünür
Michael Ruse tarafından 1993 yılında düzenlenen bir konferansta şöyle
açıklanmaktadır: "Hiç kuşku yoktur ki geçmişte
ve halen günümüzde de, bir çok evrimci evrimi, dinsiz bir dine özgü unsurlara
sahip bir fikir olarak benimsemiştir... Bana öyle geliyor ki bilimsel bir teori
olarak evrim, temeline inildiğinde, kendini bir anlamda naturalizmin hizmetine
sunmuştur..." 14
İşte bu nedenle, evrim teorisinin savunucuları bütün
aleyhte delillere rağmen teoriyi savunmaya hala devam etmektedirler. Onlara
göre evrim, kendisinden asla vazgeçilemeyecek bir inançtır. Aralarındaki fikir
ayrılıklarının tek nedeni, evrimin nasıl gerçekleştiği yönündeki farklı
modellerdir. Bu farklı modellerin en önemli örneği ise, "sıçramalı
evrim" olarak bilinen fantastik senaryodur.
Neo-Darwinist model bugün
dünyada hala "evrim" dendiğinde ilk anlaşılan teoridir. Ancak son
birkaç on yıl içinde, farklı bir zorlama model daha doğmuştur: "Kesintiye
uğratılmış denge" (punctuated equilibrium) ya da bir diğer adıyla "sıçramalı
evrim" hikayesi.
Bu model 1970'lerin başında, Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould
adlı iki Amerikalı paleontolog tarafından yüksek sesle savunulmaya başlandı. Bu
iki evrimci bilim adamı, neo-Darwinist teorinin iddialarının fosil kayıtları
tarafından kesin biçimde yalanlandığının farkındaydılar. Fosiller, canlıların
yeryüzünde kademeli evrimle ortaya çıkmadıklarını, aniden ve eksiksiz biçimde
belirdiklerini ispatlıyorlardı.
Eldredge ve Gould aranan fosillerin bir gün bulunacağı ümidinin yersiz olduğunun farkındaydılar. Bu durum karşısında, evrim dogmasından vazgeçmek yerine, akıl almaz bir iddia ortaya attılar: Sıçramalı evrim, yani evrimin kademeli küçük değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğu iddiası.
Bugün başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde on binlerce bilim adamı evrim teorisini reddetmektedir. Evrimin çöküşünü ilan eden delilleri sürekli olarak sunmamız ve bu konudaki kararlılığımız bilim adamlarına cesaret vermiş, dünyanın çeşitli yerlerinde, teorinin geçersizliğini ortaya koyan çok sayıda bilimsel kitap yayınlanmıştır.
Bu model aslında bir
fantaziler modeliydi. Örneğin Eldredge ve Gould'a öncülük eden Avrupalı
paleontolog O. H. Schindewolf, "sıçramalı evrim"e bir örnek verirken,
tarihteki ilk kuşun, bir "grossmutasyon"la, yani genetik yapıda
tesadüfen meydana gelen dev bir değişiklikle, bir sürüngen yumurtasından
çıktığını iddia etmişti.15 Aynı teoriye göre, bazı kara hayvanları,
geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara
dönüşmüş olabilirlerdi. Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına
aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk
masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist iddianın içine girdiği kriz
karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için
neo-Darwinizm'den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar. Bu modelin tek
hedefi, başta belirttiğimiz gibi, neo-Darwinist modelin açıklayamadığı fosil
boşluklarını açıklamaktır. Ancak şu kesin bir gerçektir ki, fosil boşluklarını
"kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını" öne sürerek
ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak tam anlamıyla akıl dışıdır. Çünkü
bir türün bir başka türe sözde evrimleşmesi için, türün genetik bilgisinde çok
büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik
bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin
eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal
ettikleri "dev mutasyonlar" ise, genetik bilgide dev azalma ve
bozukluklar oluştururlar.
Evrimciler, kuşların evrimi masalına bir türlü sahte bir senaryo uyduramadıklarından, kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıkları iddiasını ortaya atacak kadar zavallı konuma düşmüşlerdir
Evrimciler, kuşların evrimi masalına bir türlü sahte bir senaryo uyduramadıklarından, kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıkları iddiasını ortaya atacak kadar zavallı konuma düşmüşlerdir
Kaldı ki, "sıçramalı
evrim" modeli de, neo-Darwinist modeli de ilk aşamada çökerten, "ilk
canlılığın nasıl oluştuğu" sorusudur. Evrimciler, tek bir proteinin nasıl
meydana geldiğini DAHİ açıklayamamışlardır.
İlerleyen bölümlerde, sıçramalı evrim ve neo-Darwinizm
iddialarının hayali mekanizmaları incelenecek, sonra da fosil kayıtları ele
alınacaktır. Daha sonra ise hem neo-Darwinist modeli hem de "sıçramalı
evrim" gibi diğer modelleri geçersiz kılan bir konuyu, "ilk
canlılığın nasıl oluştuğu?" sorusu ele alınacaktır.
Baştan belirtmekte yarar olabilir: Her aşamada karşılaşacağımız
gerçek, evrim senaryosunun gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan bir masal ve büyük
bir aldatmaca olduğudur. 160 yıldır dünyayı aldatmak için kullanılan bu
senaryonun savunulması ise, özellikle son bilimsel bulgular karşısında,
imkansızdır.

Yeryüzündeki kusursuzluk ve muhteşem estetik, Yüce Rabbimiz'in eseridir.
Darwin'in Irkçılığı ve Türk Düşmanlığı
Dipnotlar1
Yeryüzündeki kusursuzluk ve muhteşem estetik, Yüce Rabbimiz'in eseridir.
Dipnotlar
8 Dan Graves, Science of Faith: Forty-Eight Biographies of Historic Scientists and Their Christian Faith, Grand Rapids, MI, Kregel Resources
9 Science, Philosophy, And Religion: A Symposium, 1941, CH.13
10 J. De Vries, Essential of Physical Science, Wm.B.Eerdmans Pub.Co., Grand Rapids, SD 1958, s. 15
11 H. S. Lipson, "A Physicist's View of Darwin's Theory", Evolution Trends in Plants, Cilt 2, No. 1, 1988, s. 6
12 Darwin Lamarck'tan tümüyle bağımsız bir teori ortaya attığı iddiasıyla ortaya çıkmış, ancak giderek zaman içinde Lamarck'ın iddialarına dayanır hale gelmiştir. Türlerin Kökeni'nin özellikle 6. ve son baskısı, Lamarck'tan esinlenen birçok "kazanılmış özelliklerin aktarılması" şeklindeki hatalı iddialarla doludur. Bkz. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, New York: Schocken Books, 1966, s. 64
13 Julian Huxley & Jacob Bronowski, Growth of Ideas, Prentice Hall, Inc. Englewood Cliff, 1986, s. 99
14 Michael Ruse, "Nonliteralist Antievolution", AAAS Symposium: "The New Antievolutionism," 13 Şubat 1993, Boston, MA
15 Stephen M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco: W. H. Freeman and Co. 1979, s. 35, 159
Bölüm 3: Evrimin Hayali Mekanizmaları
Endüstri Devrimi Kelebekleri

İngiltere'deki Endüstri Devrimi kelebekleri örneği, doğal seleksiyonla evrimleşme hikayesinin en önemli delili olarak gösterilmiş, hatta bu konuda sahte fotoğraflara başvurulmuştur. Oysa ortada hiçbir şekilde evrimleşme yoktur; yeni bir kelebek türü ortaya çıkmamıştır.
1. Endüstri Devrimi öncesinde ağaçlar üzerinde dikkat çekmeyen açık renkli kelebekler
2. Endüstri Devrimi sonrasında açık renkli kelebekler dikkat çekici hale gelmiştir.
Doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleştirip geliştirmez. Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez; yani deniz yıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha, timsahları da kuşa dönüştüremez. Sıçramalı evrimin en büyük savunucusu olan Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmiştir:
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.19
Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinç sahibi gibi göstermeye çalışmalarıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Bu mekanizma, canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon yoluyla kompleks yapıya sahip sistemler ve organlar asla açıklanamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın bir arada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.
Evrimcilerin doğal seleksiyon iddiası kısa süre içinde çöküşe uğramıştır. Hızlı koşan bir geyik, av olmaktan kurtulabilir; ama bu, onu bir başka canlıya kuşkusuz ki dönüştürmez.

Mutasyonlar
Herhangi bir mutasyon gerçekleştiğinde genetik bilgiyi oluşturan kodlar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınırlar. Bu, genetik materyalin tümüyle veya bölgesel olarak bozulmaya uğraması anlamına gelir. Mutasyonlar, organizmaları %99 oranında tahrip edicidir. Geri kalan %1'lik oran ise, mutasyonun zaman içinde ortaya çıkan zararlı etkilerini tanımlar. Yani mutasyonlar %100 oranında zararlı dış etkilerdir.

Down Sendromu, albinizm gibi hastalıklar, mutasyonların tahrip edici etkilerine birer örnektir.
a. Anten
b. Halter
c. Halter bölgelerinden çıkmış kanatlar
d. Halter bölgelerinden çıkmış bacaklar
A. 1. Normal bir meyve sineği (drosophila) 2. Mutasyon sonucunda kanatları halter bölgesinden çıkmış bir meyve sineği 3. Radyasyondan kaynaklanan bir mutasyon sonucu bacakları kafasından çıkmış bir meyve sineği
B. Mutasyonun zararlı etkilerine bir örnek: Çernobil nükleer kazasından etkilenmiş olarak doğan bir çocuk
C. Mutasyonun korkunç etkilerinden biri resimde görülmektedir. Mutasyonlar, canlı bedenindeki mükemmel düzeni bozucu felaketlerdir.
Genetik Sürüklenme Evrim Değildir
Bir şehirde sokakta yaşayan köpekler zamana yayılarak incelenirse bazı dönemlerde belirli özelliklerin belirli bölgelerde baskın çıktığı görülür. Uzun tüylü, kısa boylu veya siyah renkli köpeklerin sayılarının değiştiği takip edilebilir. Bu, genetik bir değişimin delili değildir. Köpekler her zaman köpek olarak kalırlar.
Darwin'in Galapagos Adaları'nda gördüğü ve teorisine delil sandığı farklı ispinoz gagaları, gerçekte bir genetik varyasyon örneğidir. (Üstte) Galapagos Adası'ndan bir görünüm
Dünyada farklı görünümlerde ispinozlar bulunmaktadır. Bunun nedeni çevresel etkilerdir. Bu ispinozların tümünün genetik bilgisi aynıdır.

Çocuk, hem annesinin hem de babasının bazı özelliklerini alarak kıvırcık saçlı, esmer tenli ve mavi gözlü doğabilir. Bu durumda ortaya yeni bir tür çıkmış olmaz, sadece kıvırcık saçlı ve mavi gözlü yeni bir insan dünyaya gelmiş olur.
Makromutasyonlar Yanılgısı
Dipnotlar

Yeryüzündeki kusursuzluk ve muhteşem estetik, Yüce Rabbimiz'in eseridir.
Darwin'in Irkçılığı ve Türk Düşmanlığı
Charles Darwin'in önemli fakat az bilinen bir özelliği, Avrupalı beyaz
ırkları diğer insan ırklarına göre çok daha "ileri" sayan bir ırkçı
olmasıdır. Darwin, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini öne
sürerken, bazı ırkların çok daha fazla geliştiğini, bazılarının ise hala
maymunsu özellikler taşıdığını iddia etmiştir. Türlerin Kökeni'nden (The Origin
of Species) sonra yayınladığı İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı
kitabında, "insan ırkları arası
eşitsizliğin apaçıklığı" gibi yorumlar yapmıştır.1 Darwin, söz konusu kitabında zenciler
ve Avustralya yerlileri gibi ırkları gorillerle aynı statüye sokmuş, sonra da
bunların sözde "medeni ırklar" tarafından zamanla yok edilecekleri
hezeyanında bulunarak şöyle demiştir:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir
gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler
ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine
edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da
genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan
ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile
daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.2
Darwin'in bu saçma
fikirleri yalnızca teoride kalmamıştır. Darwinizm, ortaya atıldığı tarihten
itibaren ırkçılığın en önemli sözde bilimsel dayanağı olmuştur. Canlıların bir
yaşam mücadelesi içinde evrimleştiklerini varsayan Darwinizm toplumlara
uygulanmış ve ortaya "Sosyal Darwinizm" olarak bilinen akım çıkmıştır.
Sosyal Darwinizm,
insan ırklarının, evrimin çeşitli basamaklarında yer aldıklarını, Avrupalı
ırkların "en ileri" ırklar olduğunu savunmuş, diğer pek çok ırkın ise
hala "maymunsu" özellikler taşıdığını iddia etmiştir.
Darwin kendince
"aşağı ırklar" olarak gördüğü milletlerin arasında, Yüce Türk
Milleti'ni de saymıştır! (Necip Milletimizi tenzih ederiz) Evrim teorisinin
kurucusu, W. Graham'a yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, bu ırkçı
düşüncesini şöyle ifade etmiştir:
Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin
ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta
olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler
tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle
karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma bir düşüncedir. Avrupalı
ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA
karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda,
BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine
edileceğini (yok edileceğini) görüyorum.3
Görüldüğü gibi Charles
Darwin, Büyük Önder Atatürk'ün "Türk Milleti'nin karakteri yüksektir, Türk
Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir" ve "Türklük, benim en
derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu" şeklindeki sözleriyle
övdüğü necip Türk Milleti için yakışıksız ifadelerde bulunmaktadır. Öncelikle
Milletimiz bu ithamlardan münezzehtir. Ayrıca bir millet, ırkına göre değil,
ancak kültür ve ahlak derecesiyle yükselebilir, üstünlük elde edebilir. Büyük
Türk Milleti ise çok köklü bir kültüre ve üstün bir ahlaka sahip olan, bu
özellikleriyle tarihe yön vermiş şerefli bir millettir. Tarihteki sekiz büyük
dünya devletinden üçünün sahibi olan Türk Milleti'nin kurduğu medeniyetler,
Türk'ün yüksek kültür, akıl, ahlak ve inancıyla meydana getirdiği eserlerdir.
Darwin ise,
"aşağı ırk" gibi saldırgan ifadelerle gerçekte o dönemdeki Avrupalı
emperyalist devletlerin Türk düşmanlığını ortaya koymuştur. Türklerin hakimiyet
ve gücünü elimine etmeye (yok etmeye) çabalayan bu güçler, aradıkları sahte
fikri temeli Darwinizm'de bulmuşlardır. Bu güçler, Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nda,
bu çirkin düşüncelerini uygulamaya çalışmışlar ancak Türk Milleti'nin azmi,
aklı, cesareti ve kararlılığı sayesinde büyük bir hüsrana uğramışlardır. Bir
ırkçı ve Türk düşmanı olan Darwin'in bilim karşısında geçersiz olan teorisini
bugün Türkiye'de savunanlar ise belki de farkında olmadan aynı ırkçı ve siyasi
hedeflere hizmet etmektedirler.
1. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, s. 54-56
2. Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York: A L. Burt Co., 1874, s. 178
3. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt 1. New York: D. Appleton and Company, 1888, s. 285-286

Yeryüzündeki kusursuzluk ve muhteşem estetik, Yüce Rabbimiz'in eseridir.
Dipnotlar
8 Dan Graves, Science of Faith: Forty-Eight Biographies of Historic Scientists and Their Christian Faith, Grand Rapids, MI, Kregel Resources
9 Science, Philosophy, And Religion: A Symposium, 1941, CH.13
10 J. De Vries, Essential of Physical Science, Wm.B.Eerdmans Pub.Co., Grand Rapids, SD 1958, s. 15
11 H. S. Lipson, "A Physicist's View of Darwin's Theory", Evolution Trends in Plants, Cilt 2, No. 1, 1988, s. 6
12 Darwin Lamarck'tan tümüyle bağımsız bir teori ortaya attığı iddiasıyla ortaya çıkmış, ancak giderek zaman içinde Lamarck'ın iddialarına dayanır hale gelmiştir. Türlerin Kökeni'nin özellikle 6. ve son baskısı, Lamarck'tan esinlenen birçok "kazanılmış özelliklerin aktarılması" şeklindeki hatalı iddialarla doludur. Bkz. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, New York: Schocken Books, 1966, s. 64
13 Julian Huxley & Jacob Bronowski, Growth of Ideas, Prentice Hall, Inc. Englewood Cliff, 1986, s. 99
14 Michael Ruse, "Nonliteralist Antievolution", AAAS Symposium: "The New Antievolutionism," 13 Şubat 1993, Boston, MA
15 Stephen M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco: W. H. Freeman and Co. 1979, s. 35, 159
Bölüm 3: Evrimin Hayali Mekanizmaları
Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız neo-Darwinist model, canlıların iki temel mekanizma sayesinde evrimleştiklerini öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiası şöyledir: "Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar evrimleşirler."
Bilimsel bir izah edasıyla anlatılan bu sözde hikayeyi biraz incelediğimizde, aslında ortada hiçbir evrim mekanizmasının olmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.
Doğal Seleksiyon
Doğal seleksiyon,
Darwin'den önceki biyologlar tarafından da bilinen ve "türlerin bozulmadan
sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma" olarak tanımlanan bir doğal
süreçtir. Ancak ilk kez Darwin bu sürecin evrimleştirici bir gücü olduğu
iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de bu iddiaya dayandırmıştır. Kitabına
verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in teorisinin temeli olduğunu
gösterir: Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Oysa Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları
evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Bilinen bir evrimci
olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği
şöyle kabul etmektedir:
Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür
üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile
yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur. 16
Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına
uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdüreceklerini, uygun
yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Örneğin yırtıcı hayvanların
tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen
geyikler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri
bir başka canlı türüne dönüştürmez. Geyikler hep geyik olarak kalırlar.
Nitekim evrimcilerin "doğal seleksiyonun gözlemlenmiş
örneği" gibi göstermeye çalıştıkları nadir birkaç olaya baktığımızda,
bunların basit birer göz boyama olduklarını kolaylıkla görebiliriz.
Douglas Futuyma'nın 1986
yılında yayınladığı Evrim
Biyolojisi isimli kitabı, doğal seleksiyon teorisini en açık
biçimde anlatan kaynaklardan biri olarak kabul edilir. Futuyma'nın bu konuda
verdiği örneklerin en ünlüsü, Endüstri Devrimi sırasında İngiltere'de bulunan
kelebek popülasyonunun renklerinin koyulaşmasıdır. Sadece Futuyma'nın kitabında
değil, evrim teorisi lehinde yazılmış hemen her biyoloji kitabında söz konusu
Endüstri Devrimi kelebekleri hikayesini bulmak mümkündür.
Hikaye, İngiliz fizikçi ve biyolog Bernard Kettlewell tarafından
1950'li yıllarda gerçekleştirilen bir seri deneye dayanmaktadır ve özeti şudur:
İngiltere'de Endüstri Devrimi'nin başladığı sıralarda, Manchester yöresindeki
ağaçların kabukları açık renklidir. Bu nedenle bu ağaçların üzerlerine konan
koyu renkli (melanic) güve kelebekleri, bunlarla beslenen kuşlar tarafından
kolayca fark edilirler ve dolayısıyla yaşama ihtimalleri çok azalır. Fakat elli
yıl sonra endüstri kirliliğinin sonucunda ağaçların üzerindeki açık renkli
likenlerin (bir tür yosun) ölmesiyle kabukları koyulaşır ve buna bağlı olarak
bu kez açık renkli güveler kuşlar tarafından sık olarak avlanmaya başlarlar.
Sonuçta açık renkli kelebekler sayıca azalırken, koyu renkliler fark
edilmedikleri için çoğalırlar. Evrimciler ise, bu sürecin "teorilerinin
büyük bir delili olduğu ve açık renkli kelebeklerin zamanla koyu renkli
kelebeklere dönüşüp evrimleştikleri" gibi bir göz boyamaya başvururlar.
Oysa bu örneğin -doğruluğu varsayılsa bile- bu durum evrim
teorisi lehinde bir delil değildir. Çünkü yaşanan doğal seleksiyon, daha önce
doğada var olmayan bir türü ortaya çıkarmış değildir. Endüstri Devrimi
öncesinde de kelebek popülasyonu içinde siyah bireyler zaten vardır. Sadece,
var olan kelebek türlerinin sayıları değişmiştir. Kelebekler "tür
değişimi"ne yol açacak biçimde yeni bir organ ya da özellik
edinmemişlerdir. Oysa bir kelebeğin başka bir canlı türüne, örneğin bir kuşa
dönüşebilmesi için kelebeğin genlerinde sayısız değişiklik, ekleme ve
çıkarmalar yapılması, bir başka deyişle, kuşun fiziksel özelliklerine ait
bilgileri içeren apayrı bir genetik program yüklenmesi gerekir.
Endüstri Devrimi kelebekleri ile ilgili evrimci hikayeye
verilecek genel cevap budur. Ancak konunun daha ilginç bir yanı vardır:
Hikayenin sadece yorumu değil, kendisi de yanlıştır. Moleküler biyolog Jonathan
Wells'in Icons of
Evolution adlı kitabında açıkladığı gibi, hemen her evrim
yanlısı biyoloji kitabında yer alan ve bu nedenle bir "ikona" (kutsal
kabul edilen sembol) haline gelmiş olan Endüstri Devrimi kelebekleri hikayesi,
gerçekleri yansıtmamaktadır. Wells, hikayenin "deneysel kanıtı"
olarak bilinen Bernard Kettlewell'in çalışmasının, aslında bir bilimsel skandal
niteliğinde olduğunu anlatmaktadır. Bu skandalın bazı temel unsurları şöyle sıralanabilir:

İngiltere'deki Endüstri Devrimi kelebekleri örneği, doğal seleksiyonla evrimleşme hikayesinin en önemli delili olarak gösterilmiş, hatta bu konuda sahte fotoğraflara başvurulmuştur. Oysa ortada hiçbir şekilde evrimleşme yoktur; yeni bir kelebek türü ortaya çıkmamıştır.
1. Endüstri Devrimi öncesinde ağaçlar üzerinde dikkat çekmeyen açık renkli kelebekler
2. Endüstri Devrimi sonrasında açık renkli kelebekler dikkat çekici hale gelmiştir.
◉ Kettlewell'in deneylerinden daha
sonra yapılan birçok araştırma, söz konusu kelebeklerin sadece bir tipinin ağaç
gövdesine konduğunu, diğer tüm tiplerin, yatay dalların alt kısımlarını tercih
ettiğini ortaya koydu. 1980'li yıllardan itibaren, kelebeklerin ağaç
gövdelerine çok çok nadir olarak konduğu herkesçe kabul gördü. Bu konuda 25
yıllık bir çalışma yapan Cyril Clarke ve Rory Howlett, Michael Majerus, Tony
Liebert, Paul Brakefield gibi birçok bilim adamı, "Kettlewell'in deneyinde kelebeklerin
doğal davranışları dışında davranmaya zorlandıklarını, deney sonuçlarının bu
yüzden bilimsel kabul edilemeyeceğini" bildirdiler.
◉
Kettlewell'in deneyini inceleyen araştırmacılar daha da çarpıcı bir sonuçla karşılaştılar: İngiltere'nin
kirliliğe uğramamış bölgelerinde açık renkli
kelebeklerin daha fazla olması
beklenirken, koyuların oranı açık
renklilerden dört kat
fazlaydı. Yani Kettlewell'in
iddia ettiği ve hemen her evrimci kaynakta tekrarlandığı gibi, kelebek
nüfusundaki oranla, ağaç kabukları arasında bir ilişki (correlation) yoktu.
◉ İşin aslı araştırıldıkça, skandalın boyutları büyüdü: Kettlewell tarafından fotoğrafları
çekilen "ağaç kabuğu üzerindeki güve kelebekleri", aslında ölü
kelebeklerdi. Kettlewell bu ölü canlıları iğne ve tutkal ile ağaca tutturmuş ve
öyle görüntülemişti.Gerçekte kelebekler ağaç gövdesine
değil dalların alt kısmına kondukları için, böyle bir resim elde etme ihtimali
pek yoktu. 17
Bu gerçekler 90'lı yılların sonlarında bilim dünyası tarafından
öğrenilebildi. Onyıllardır "evrime giriş" derslerinin en büyük
malzemesi olan Endüstri Kelebekleri efsanesinin bu şekilde çökmesi, evrimciler
arasında düş kırıklığı yarattı. Bu evrimcilerden biri olan Jerry Coyne şöyle
diyordu:
Gerçeği (benekli kelebekler sahtekarlığını) öğrendiğimde
verdiğim tepki, 6 yaşımdayken, Noel hediyelerimi Noel Baba'nın değil de babamın
getirdiğini öğrendiğimde yaşadığım çaresizlik duygusu oldu.18
Böylece "doğal seleksiyonun en ünlü örneği" de, bir
bilim skandalı olarak tarihe geçmiş oldu.
Böyle olması da kaçınılmazdır; çünkü doğal seleksiyon,
evrimcilerin iddiasının aksine, bir "evrim mekanizması" değildir. Bir
canlıya herhangi bir organik yapı ekleyip, ondan bir yapı eksiltme, bir türü
başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir.
Doğal Seleksiyon Neden Kompleksliği Açıklayamıyor?
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.19
Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinç sahibi gibi göstermeye çalışmalarıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Bu mekanizma, canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon yoluyla kompleks yapıya sahip sistemler ve organlar asla açıklanamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın bir arada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.

Evrimcilerin doğal seleksiyon iddiası kısa süre içinde çöküşe uğramıştır. Hızlı koşan bir geyik, av olmaktan kurtulabilir; ama bu, onu bir başka canlıya kuşkusuz ki dönüştürmez.
Bu tür bir sistemi meydana
getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde
edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade
sahibi bir mekanizma olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek,
"eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının
imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen
Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır. 20
Doğal seleksiyon vasıtasıyla sadece bir canlı türü içindeki
sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyler ayıklanır. Yeni canlı
türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar meydana getirilemez. Yani,
doğal seleksiyon yoluyla canlılar evrimleşemez. Darwin de bu gerçeği
"faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey
yapamaz" diyerek kabul etmiştir.21 Bu nedenle neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun
yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları koymak zorunda
kalmıştır. Oysa mutasyonlar, sadece ve sadece "zararlı değişiklik ve ölüm
sebebi"dirler.

Doğal
seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı herhangi bir şey yoktur. Çünkü bu mekanizma,
hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleştirip geliştirmez. Hiçbir
zaman bir türü bir başka türe dönüştürmez. Doğal seleksiyon, evrimciler için
daima bir spekülasyon malzemesi olarak kullanılmıştır; hala da bu köhne iddiayı
savunanlar vardır.
Tarihte hiçbir zaman bir dinozor kanatlanarak kuşa
dönüşmemiştir. Bilimsel olarak imkansız bu teori, evrimcilerin hezeyanlarından
biridir.

Herhangi bir mutasyon gerçekleştiğinde genetik bilgiyi oluşturan kodlar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınırlar. Bu, genetik materyalin tümüyle veya bölgesel olarak bozulmaya uğraması anlamına gelir. Mutasyonlar, organizmaları %99 oranında tahrip edicidir. Geri kalan %1'lik oran ise, mutasyonun zaman içinde ortaya çıkan zararlı etkilerini tanımlar. Yani mutasyonlar %100 oranında zararlı dış etkilerdir.
Mutasyonlar, canlı
hücrelerinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya
kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir.
Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder, yerlerini değiştirir ya
da dizilime zarar verici nükleotid eklemeleri yapabilirler. Çoğu zaman da
hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep
olurlar.
Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de
sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir
değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep
olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların
maruz kaldığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve
hastalar...
Bunun nedeni şudur: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu
molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki organizmaya ancak zarar
verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
>Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender
olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik,
mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten
yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz
olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek
rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar
verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım
getirir. 22
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği
gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Geçmişte,
mutasyonların %99'unun zararlı, %1'inin etkisiz olduğu kabul edilmekteydi. Oysa
yeni yapılan araştırmalar, DNA'nın protein kodlamayan bölgelerinde gerçekleşen
ve bu nedenle de zararsız olduğu sanılan %1 oranındaki mutasyonların da uzun
vadede zarar getirdiğini ortaya koymuş ve bu nedenle bilim adamları bu
mutasyonlara "sessiz mutasyon" adını vermişlerdir. Mutlak zararlı olan mutasyonların
ise mükemmel, uyumlu, simetrik, organları meydana getirebilmeleri imkansızdır.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda
oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri
Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı
rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle demiştir:
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu
sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir
parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı
formlarına evrimleşmesi- pratikte
hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir? 23
O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon
oluşturma" çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimciler, çok
hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde
onyıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü
mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon
gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:
Bu çok çarpıcı ama bir kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir:
Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri
yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını
gözlemlemiş değiller. 24
Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri
üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız
mutasyonlara maruz bıraktı. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya
çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin ürettikleri canavarlardan sadece pek azı
beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya
öldüler, ya sakat ya da kısır oldular. 25
İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm
mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği" olarak
anlatılan mongolizm,
Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi
zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri,
mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları
sakat bırakan ya da hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması"
olamaz.
Ulusal Bilimler Akademisi üyesi Lynn Margulis, mutasyonların net
zararlı etkileri ile ilgili şu itirafı yapmıştır:
Yeni mutasyonlar yeni türler oluşturmaz; sakat yavrular
oluşturur. 26
Margulis, 2011 yılındaki bir röportajında ise mutasyonların
organizmayı değiştirdiğine ve bu yolla yeni türler ortaya çıktığına dair hiçbir
delil olmadığını şu sözlerle vurgulamıştır:
Neo-Darwinistler, mutasyonlar gerçekleştiğinde ve bir
organizmayı değiştirdiğinde, yeni türlerin ortaya çıktığını söylerler. Bana da
defalarca, rastgele mutasyonların yeni türleri oluşturan evrimsel değişikliğe
yol açtığı öğretildi. Buna inandım; ta ki delil arayana dek…27

Down Sendromu, albinizm gibi hastalıklar, mutasyonların tahrip edici etkilerine birer örnektir.
Lynn Margulis'in söylediği
gibi rastgele mutasyonların yeni türleri oluşturan evrimsel değişikliğe yol
açtığına dair tek bir delil yoktur.
Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceklerini üç
ana maddede özetlemek mümkündür:
Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyonlar
rastgele meydana geldikleri için hemen hemen her zaman canlıya zarar verirler.
Mantık gereği, mükemmel ve kompleks olan bir yapıya yapılacak herhangi bir
bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder. Nitekim
hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.
Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Mutasyon
sonucunda genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip
olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde
canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın
sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar. Çoğu zaman
ölüme sebep olan hastalıklar meydana getirirler.
Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için, mutlaka üreme
hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun
herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle
aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona
uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki
nesillere geçmeyecektir. Eğer bir mutasyon üreme hücresinde gerçekleşirse bunun
mutlak etkisi zararlı olduğundan, sonraki nesillerin de hastalıklar ve
sakatlıklarla doğması kuvvetle muhtemel olacaktır.
Görülebildiği gibi mutasyonlar, canlılara sadece zarar veren
oldukça tehlikeli yapısal etkilerdir. Dolayısıyla bir canlının değişimine ve
gelişimine fayda sağlamaları imkansızdır. Bu gerçek, evrimcilerin öne
sürdükleri iki sözde "evrimleştirici mekanizmayı" tümüyle ortadan
kaldırmış olmaktadır.
Açıkça görüldüğü gibi, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün
değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim
fosil kayıtlarına baktığımızda da, bu imkansız senaryonun zaten hiç
yaşanmadığını görürüz.

a. Anten
b. Halter
c. Halter bölgelerinden çıkmış kanatlar
d. Halter bölgelerinden çıkmış bacaklar
A. 1. Normal bir meyve sineği (drosophila) 2. Mutasyon sonucunda kanatları halter bölgesinden çıkmış bir meyve sineği 3. Radyasyondan kaynaklanan bir mutasyon sonucu bacakları kafasından çıkmış bir meyve sineği
B. Mutasyonun zararlı etkilerine bir örnek: Çernobil nükleer kazasından etkilenmiş olarak doğan bir çocuk
C. Mutasyonun korkunç etkilerinden biri resimde görülmektedir. Mutasyonlar, canlı bedenindeki mükemmel düzeni bozucu felaketlerdir.
Genetik Sürüklenme Evrim Değildir
Sıçramalı evrim teorisinin
kurucuları ve onu izleyenler, iddialarını hiçbir şekilde doğal seleksiyon
mekanizmasıyla açıklayamayacaklarının kısa sürede farkına vardılar. Bu
nedenledir ki, iddialarını geçerli kılabilmek için doğal seleksiyonun bir başka
türevi olan "genetik sürüklenme" ifadesini ortaya attılar. Bu şekilde
iddialarının daha bilimsel görüneceğine inandılar. Oysa genetik sürüklenme,
tıpkı doğal seleksiyon gibi, doğada var olan fakat hiçbir evrimleştirme gücü
olmayan bir mekanizmadır.
Örneğin bir sürüngen türü milyonlarca yıl boyunca hiçbir
değişikliğe uğramadan yaşamını sürdürür. Ancak evrimcilere göre, bu sürüngen
türünün içinden bir şekilde az sayıdaki bir grup ayrılmıştır. Evrimciler,
ayrılan bu sürüngenlerin, nedeni açıklanamayan bir seri yoğun mutasyona maruz
kaldıklarını ve bu mutasyonlardan sözde avantaj sağlayanların, bu dar grup
içinde hızlı bir biçimde seçildiğini iddia ederler. Buna göre gruba ait belli
özelliklerin, diğerlerine göre sözde daha avantaj sağlayacak şekilde öne
çıkacağını düşünürler.
Evrimciler, tüm bu aşamaların ardından grubun hızla evrimleştiği
ve kısa sürede bir başka sürüngen türüne, hatta bir kuşa dönüştüğünü öne
sürerler. Tüm bu sürecin çok hızlı olduğu ve dar bir popülasyonda
gerçekleştiğini ve dolayısıyla, geriye çok az fosil izi kaldığını iddia
ederler.
Dikkat edilirse, aslında bu teori, "geride fosil izi
bırakmayacak kadar hızlı bir evrim süreci nasıl hayal edilebilir?"
sorusuna cevap geliştirmek için ortaya atılmıştır. Oysa gerçekte ortada
herhangi bir evrimleşme yoktur.
Genetik sürüklenme senaryosunda evrimcilerin anlatmak
istedikleri esas konu, faydalı mutasyon ile türlerin kendi popülasyonları
içerisinde zamanla öne çıkarak yeni türler oluşturdukları iddiasıdır. Bu
iddiaya başvurmalarının çeşitli sebepleri vardır: Mutasyonların evrimcilerin
bekledikleri hayali genleri oluşturamaması ve hatta canlının genetik yapısını
bozması; doğal seleksiyonun ise genetik yapıyı değiştirrecek herhangi bir güce
sahip olmaması evrimcilerin ciddi şekilde önünü tıkamıştır. Aslında iddiaları,
öncekilerden farklı değildir. Burada başvurulan, evrimcilerin bilindik kelime
oyunlarıdır.

Genetik sürüklenme
konusunda gerçekte olan ise şudur: Genetik bilimi istatistik ve matematik ile
incelendiğinde, popülasyonlardaki genlerin hareketi takip edilebilir. Örnek
olarak, bir şehirdeki sokak köpekleri zamana yayılarak incelenirse bazı
zamanlarda belirli özelliklerin belirli bölgelerde baskın çıktığı görülür. Uzun
tüylü, kısa boylu veya siyah renkli köpeklerin sayılarının veya yaşadıkları
bölgelerin değiştiği takip edilebilir. Buna neden olan etkiler köpeklerin göç
etmeleriyle veya genetik sürüklenmeyle açıklanır.
Genetik sürüklenme, bir türün altındaki çeşitlerin sayılarının
bir sonraki kuşakta değişmesidir. Teorik olarak mevcut köpek cinslerinin sayıları
hesaplanarak, bir sonraki kuşakta hangi türden kaç tane köpek olacağı
bulunabilir. Ancak önceden tahmin edilemeyecek çevresel faktörler bir cinsin
sayısının artmasına veya başka bir cinsin tamamen ortadan kalkmasına neden
olur. İşte bu yüzden bir zaman sonra şehrin içerisinde yaşayan köpek
cinslerinin dağılımı değişir.
Canlıların göç etmeleri de aynı şekilde söz konusu canlı türünün
göç ettiği bölgelerde sayısının artmasına neden olur. Bu, o bölgedeki genetik
çeşitliliğin de artmasıyla sonuçlanır. Benzer şekilde çiftleşmeler de aynı
etkiye yol açar. Aynı popülasyonun sürekli kendi içinde çiftleşmesi genetik
çeşitliliği azaltır ve o bölgede benzer dış görünüşe sahip bireylerin artmasına
neden olur.
Ancak bu bir evrimleşme değildir. Ortada yeni bir tür veya
evrimleşerek değişime uğramış canlılar yoktur. Farklı bölgelere göç etmiş köpek
türleri, herhangi bir canlıya dönüşmemiştir; yine köpektirler.
Evrimciler, bu yolla yeni tür oluştuğu safsatasını Galapagos
ispinozları konusunda da gündeme getirirler. Genetik sürüklenme ve göç gibi
etkiler sonucunda yeni ispinoz türleri ortaya çıkardığını savunurlar.28 Ancak
ilk defa ortaya çıktığı iddia edilen bu kuş türleri, aslında yalnızca aynı
türün varyasyonlarıdır.

Dünyada farklı görünümlerde ispinozlar bulunmaktadır. Bunun nedeni çevresel etkilerdir. Bu ispinozların tümünün genetik bilgisi aynıdır.
Dünya üzerinde ilk defa
kıvırcık saçlı ve koyu tenli bir kadınla mavi gözlü ve açık tenli bir erkek
çocuk sahibi olsa, çocuk hem annesinin hem de babasının bazı özelliklerini
alarak kıvırcık saçlı, esmer tenli ve mavi gözlü doğabilir. Bu durumda ortaya
yeni bir tür çıkmış olmaz, sadece kıvırcık saçlı ve mavi gözlü yeni bir insan
dünyaya gelmiş olur. Aynı ırkların çiftleşmesi veya göç ederek kendi farklı
varyasyonlarıyla ilk defa karşılaşması asla bir türün değişerek başka bir tür
haline gelmesine yol açmaz.
Bir türün içerisindeki varyasyonlar homozigot veya heterozigot
olabilirler. Homozigot bir tür kendi içerisinde çiftleştiğinde aynı özelliklere
sahip kuşakların oluşmasına neden olur. Bu terim "safkan" olarak da
bilinir. Heterozigot varyasyonlar ise farklı homozigot varyasyonların bir araya
gelmesiyle oluşurlar. Örnek olarak Alman kurtları sürekli birbirleriyle
çiftleştirilerek Alman kurdunun özellikleri korunur. Ancak Alman kurdu ile
farklı türdeki bir köpek çiftleştirilirse heterozigot yavrular doğar. Bu
yavruların bir bölümü anneye bir bölümü de babaya benzer. Bu çaprazlama kaç
defa tekrar edilirse edilsin asla yeni bir canlı veya tür ortaya çıkmaz, sadece
yeni köpek yavruları doğar.
Kuşaktan kuşağa bazı varyasyonların baskın geldiği, bazılarının
yok olduğu, bazılarının tekrar ortaya çıktığı gözlemlenebilir. Ancak bu durum
genlerdeki bilginin değişmesi anlamına gelmez. Bazı genler baskın hale gelmiş,
bazıları çekinik kalmıştır. Canlı, bazı özelliklerini göstermiyor olabilir;
fakat bu özelliğin bilgisi hala DNA'sında bulunmaktadır. Dolayısıyla, varyasyonlar
limitlere sahiptir ve tüm varyasyonlar ancak mevcut gen havuzu içinden ortaya
çıkar. Hiçbir dış etken, canlının gen havuzuna yeni bir bilgi ekleme yeteneğine
sahip değildir. Köpekler, ne kadar kendi türdeşlerinden izole halde kalırlarsa
kalsınlar, yine köpek olarak kalacaklardır. Bu, her canlı için geçerlidir.

Çocuk, hem annesinin hem de babasının bazı özelliklerini alarak kıvırcık saçlı, esmer tenli ve mavi gözlü doğabilir. Bu durumda ortaya yeni bir tür çıkmış olmaz, sadece kıvırcık saçlı ve mavi gözlü yeni bir insan dünyaya gelmiş olur.
Makromutasyonlar Yanılgısı
Evrimciler, genetik
sürüklenme hadisesini kendi teorilerine uydurmak için, farklı coğrafyalara göç
ederek izole olan grupların, bulundukları yerlerde makromutasyonlara
uğradıklarını ve bu şekilde başka türe dönüştüklerini iddia etmişlerdir. Oysa
makromutasyon iddiası, büyük bir yanılgıdır.
Makromutasyon fikrini ilk ortaya atan Alman paleontolog Otto
Schindewolf'tur. "Hopeful Monster" (Umulan canavar) olarak
adlandırılan teori daha sonra Berkeley Üniversitesinden genetikçi Richard
Goldschmidt tarafından savunulmuştur. Ancak bu tuhaf senaryonun tutarsızlığının
-birçok evrimci gibi- Goldschmidt de kısa zamanda farkına varmış ve bu durumu
şöyle itiraf etmiştir:
Şimdiye kadar hiç kimsenin makromutasyonlar yolu ile yeni bir
tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikromutasyonlar yoluyla
dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosofila
(meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi
bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik,
yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür
üretemezdik.29
Ünlü genetikçi R. A. Fisher'ın deney ve gözlemlere dayanarak
ortaya koyduğu bir kural da, makromutasyon varsayımını açıkça geçersiz
kılmaktadır. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection (Doğal Seleksiyonun
Genetik Teorisi) adlı kitabında, "bir mutasyonun, bir canlı popülasyonunda
kalıcı olabilmesinin, mutasyonun fenotip üzerindeki etkisiyle ters
orantılı" olduğunu bildirir. 30 Bir başka
deyişle, bir mutasyon ne kadar büyük olursa, toplulukta kalıcı olma ihtimali de
o kadar azalır.
Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi Raymond Bohlin,
The Natural Limits to Biological Change (Biyolojik Değişimin Doğal Sınırları)
adlı kitaplarında söz konusu mutasyon çıkmazını şöyle anlatırlar:
Sonuçta dönüp-dolaşıp gelinen temel nokta, herhangi bir evrim
modelinde, her türlü genetik varyasyonun mutlak kökeninin mutasyon oluşudur.
Bazıları, küçük mutasyonların birikmesi düşüncesinin sonuçlarından rahatsız
olmakta ve evrimsel yeniliklerin kökenini açıklamak için makromutasyonlara
yönelmektedir. Goldschmidt'in umulan canavarları gerçekten de geri dönmüştür.
Ancak makromutasyonlar tarafından etkilenen popülasyonlar, gerçekte yaşam
mücadelesinde yenik düşen popülasyonlar haline gelmektedir. Makromutasyonların, komplekslik artışı
sağlamasının (genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer
yapısal gen mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta
yetersiz kalıyorlar ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe
yaramaz olacaktır, çünkü adaptasyon sağlamayan ve hatta yıkıcı etkiler
oluşturacaktır... Bir nokta son derece açıktır: Mutasyonların, ister büyük isterse küçük olsunlar,
sınırsız bir biyolojik değişim oluşturabilecekleri tezi, bir olgudan çok bir
inanç olarak kalmaya devam etmektedir. 31
Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi
geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini açıkça gösterirken, sıçramalı
evrim savunucularının, etkisi net zararlı olan mutasyonlardan büyük
"başarılar" beklemeye kalkmaları, açık bir tutarsızlıktır.

16 Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC
17 Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth? Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, Regnery Publishing, 2000, s. 141-151
18 Jerry Coyne, "Not Black and White", a review of Michael Majerus's Melanism: Evolution in Action, Nature, 396 (1988), s. 35-36
19 Stephan Jay Gould, "The Return of Hopeful Monsters", Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28
20 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
21 Charles Darwin, The Origin of Species, s. 177
22 B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988
23 Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, Cilt 123, 29 Haziran, 1956, s. 1159
24 Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48
25 Michael Pitman, Adam and Evolution, London: River Publishing, 1984, s. 70
26 Lynn Margulis, quoted in Darry Madden, UMass Scientist to Lead Debate on Evolutionary Theory, Brattleboro (Vt.) Reformer, 3 Şubat 2006
27 Lynn Margulis quoted in "Lynn Margulis: Q + A," Discover Magazine, Nisan 2011, s. 68
28 ("Chapter 6. Mendelian Genetics in Populations II: Migration, Genetic Drift and Non-Random Mating, Buffalo State Uni., http://faculty.buffalostate.edu/penaloj/bio405/outline6.html
29 Richard B. Goldschmidt, "Evolution, as Viewed by One Geneticist," American Scientist, Vol. 40, Ocak 1952, s. 94
30 R. A. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection, Oxford Univesity Press, 1930
31 Lane Lester, Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change, Probe Books, Dallas, 1989, s. 141
Bölüm 4: Fosiller Evrimi Reddediyor
Evrimcilerin iddialarına göre
geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı
sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış
olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş
özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar,
evrimcilerin iddiasına göre bir sözde geçiş sürecinde oldukları için de, sakat,
eksik, kusurlu canlılar olmalıdırlar. Evrimciler geçmişte yaşamış olduğuna
inandıkları bu hayali yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.

Çayır Çekirgesi
128 milyon yıllık, Kretase dönemine ait

Yusufçuk
150 milyon yıllık, Jura dönemine ait


Deniz Kestanesi
354 - 325 milyon yıllık, Karbonifer dönemine ait

Kambriyen Patlaması
incelendikçe, bunun evrim teorisi için ne kadar büyük bir çıkmaz olduğu daha
açık ortaya çıkmaktadır. Son yılların bulguları, en temel hayvan sınıflamaları
olan filumların neredeyse tamamının Kambriyen devirde aniden ortaya çıktığını
göstermektedir. Science dergisinde yayınlanan bir makalede, "yaklaşık 545 milyon yıl
önce yaşanan Kambriyen Devri'nin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim
olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında aniden
ortaya çıkışına sahne oldu" denmektedir. Aynı
makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı canlı gruplarının
evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere ait çok zengin ve
aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması gerektiği, ama bunun
söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır:


... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. ... Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler.44

Üstteki şemada, Burgess Shale yataklarından çıkan Kambriyen türlerinin oranı görülüyor. Alttaki şema ise, aynı yataklarda bulunan fosil örneklerinin oranını gösteriyor. Bu grafik, 50'den fazla filum ve 150'den fazla türün ortaya çıktığı müthiş Kambriyen çeşitliliğini göstermektedir.
Moleküler Karşılaştırmalar, Evrimin Kambriyen Çıkmazını Büyütüyor

Evrimcilerin sudan karaya geçiş senaryosu, müthiş bir akıl tutulmasının ürünüdür. Böyle bir geçiş bilimsel olarak mümkün değildir; fosil kayıtlarında ise bu mantıksız iddiayı destekleyecek tek bir delil dahi yoktur. Evrimciler, bu nedenle mantıksız ve delilsiz iddialarını spekülatif çizimlerle desteklemeye çalışılırlar.

Cœlacanth'ın 1938 yılında canlı örneğinin bulunması evrimciler için büyük bir şoktu. (Üstte) "Yaşayan fosilin denizde bulunduğunu" duyuran gazete haberleri
Evrim teorisi, balıklar, sürüngenler gibi temel canlı gruplarını açıklayamadığı gibi, bu gruplar içindeki türlerin kökenini de açıklayamaz. Örneğin bir sürüngen sınıfı olan kaplumbağalar, fosil kayıtlarında kendilerine özgü kabuklarıyla birlikte bir anda belirirler. Evrimci yayınların ifadesiyle "kaplumbağalar diğer omurgalılardan çok daha fazla ve iyi korunmuş fosiller bırakmalarına rağmen, bu canlılar ile kendisinden evrimleştikleri varsayılan diğer sürüngenler arasında hiçbir geçiş formu bulunmamaktadır".1

1. 150 milyon yıllık kaplumbağa fosili
2. 120 milyon yıllık kaplumbağa fosili
Yüz milyonlarca yıllık kaplumbağa fosilleri ile günümüzdeki canlı örnekleri (3) arasında hiçbir fark yoktur.
Sudan Karaya Geçiş Neden Mümkün Değil?
Evrimciler suda yaşayan canlıların günün birinde, her nasılsa, karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler.
Oysa bu tür bir geçişi imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır. Bunların en belirgin olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Ağırlığın taşınması:
Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar.
Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilmesi için yeni kas ve iskelet yapılarına sahip olması gerekir. Bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.
2. Sıcaklığın korunması:
Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa uygun bir vücut sistemine sahip olan canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Kuşkusuz balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı:
Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler:
Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir ki.
5. Solunum sistemi:
Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır.
Dipnotlar
50 Gerald T. Todd, "Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship", American Zoologist, Cilt 26, No. 4, 1980, s. 757
51 R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, New York: W. H. Freeman and Co. 1988, s. 4
52 Edwin H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York: John Wiley and Sons, 1991, s. 99
53 Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, s. 120
54 Jacques Millot, "The Coelacanth", The Scientific American, Cilt 193, Aralık 1955, s. 39
55 Bilim ve Teknik Dergisi, Kasım 1998, Sayı 372, s. 21
Bölüm 6: Kuşların ve Memelilerin Hayali Evrimi

Kuşlara Özel Akciğer
Kuşlar, sözde ataları olarak gösterilmeye çalışılan sürüngenlerden çok farklı bir anatomiye sahiptirler. Kuş akciğerleri, kara canlılarının akciğerlerine tamamen ters biçimde işler.
Kara canlıları havayı aynı nefes borusundan alır ve verirler. Kuşlarda ise hava, akciğere ön taraftan girerken arka taraftan dışarı verilir. Uçuş sırasında yüksek miktarda oksijene ihtiyaç duyan kuşlar için Allah böyle özel bir sistem yaratmıştır. Bu yapının sürüngen akciğerinden evrimleşerek ortaya çıkması ise imkansızdır, çünkü iki farklı akciğer yapısı arasındaki "ara" bir yapıyla nefes alınamaz.

A. Omurgalı Akciğeri
1. Alveol
2. Bronşlar
B. Kuş Akciğeri
3. Giriş
4. Çıkış
5. Parabronşlar
Evrimin Açıklayamadığı Yapı: Kuş Tüyleri

1. Omurga (Gövde Kısmı)
2. Kuş Tüyü
3. Küçük Çengel
4. Tüy
5. Çengeller
Kuş tüyleri detaylı olarak incelendiğinde, birbirine özel kancalarla tutunan binlerce küçük tüycük ortaya çıkar. Bu eşsiz yaratılış, çok üstün bir aerodinamik özellik oluşturmaktadır.
Hayali Ara Form Archæopteryx
Resimde fosili görülen 120 milyon yıllık Confuciosornis, mükemmel uçucu bir kuştur ve Archæopteryx ile aynı yaştadır. Confuciosornis, Archæopteryx'in kuşların atası olduğu hikayesini tümüyle ortadan kaldırmaktadır.


"Kuşların evrimi" senaryosu, evrimcilerin sahte spekülasyonlarından ibarettir ve bilimsel hiçbir delili yoktur. Dinozordan kuşa geçiş hikayesi, bilim tarihinin en büyük hezimetlerinden biridir.

Yarasalar
Atın Evrimi Senaryosu
Yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen fosil sıralamalarının en başında, atın sözde evrimine ait olduğu öne sürülen hayali bir sıralama gelmekteydi. Oysa bugün pek çok evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul eder. Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını ilk itiraf eden kişidir:
Üstte görülen ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde bulunan bu sözde at serisi, değişik devirlerde değişik coğrafyalarda yaşamış farklı hayvan türlerinin taraflı bir bakış açısıyla, keyfi olarak birbiri ardına dizilmesiyle oluşturulur. Aşağıda da görülen atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı yoktur.
Bölüm 7: Evrimcilerin Taraflı ve Aldatıcı Fosil Yorumları
Hayali Çizimler
National Geographic, Mart 1996
Piltdown Adamı: İnsan Kafatasına Orangutan Çenesi!



Australopithecus - Şempanze Benzerliği

Evrimcilerin hayali
şemasına göre Homo türünün
kendi içindeki sözde evrimi şöyledir: Önce Homo erectus, sonra Homo sapiens archaic ve
Neandertal insanı, sonra da Cro-magnon Adamı ve günümüz insanı... Oysa bu
sınıflamaların hepsi, gerçekte sadece özgün insan ırklarıdır. Aralarındaki
fark, bir eskimo ile bir zenci ya da bir pigme ile Avrupalı arasındaki farktan
daha büyük değildir.
Homo Erectus: Gerçek İnsan

Yukardaki (1) KNM-WT 15000 ya da bir başka adıyla Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş belki de en eski ve en eksiksiz insan kalıntısıdır. 1.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 12 yaşında bir bireye ait olduğunu ve bu kişinin boyunun yetişkinliğe ulaşınca 1.80 cm civarında olacağını göstermiştir. Neandertal ırkı insanına büyük benzerlik gösteren bu fosil, insanın evrimi hikayesini yalanlayan en çarpıcı delillerden biridir.
Evrimci Donald Johanson bu fosili şöyle tarif eder: "Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalılarınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu." (Donald C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981)

1. Homo habilis
2. Homo rudolphensis
3. Homo erectus
Soldaki rekonstrüksiyonların tümü hayal ürünüdür. Evrim aldatmacasının tipik yöntemidir.
Neandertaller: İri Yapılı Bir İnsan Irkı
SAHTE
Evrimciler, Neandertaller'e sahte çizimlerle kasıtlı olarak maymunsu bir görünüm verirler. Oysa evrimci spekülasyonların aksine, Neandarteller, tümüyle bir insan ırkıdır.
Neandertaller: İri Yapılı İnsanlar

1. İsrail'de bulunan Homo sapiens neanderthalensis, Amud 1 kafatası yeralıyor. Neandertal insanı genel olarak kısa boylu ve sağlam yapılı olarak bilinir. Ancak bu fosilin sahibinin 1.80 m. boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Beyin hacmi ise bugüne kadar rastlanılanların en büyüğüdür: 1740 cc. Bu nedenlerle bu fosil, Neandertallerin ilkel bir tür olduğu yönüandeki iddiaları çok kesin bir biçimde yıkan bir delil niteliğindedir.
2. Kebara 2 (Moşe) fosili bugüne kadar bulunmuş en kapsamlı Neandertal kalıntılarından biridir. 1.70 boyundaki bu bireyin iskelet yapısı günümüz insanından ayırt edilememektedir. Fosille beraber bulunan alet kalıntılarından, bu bireyin ait olduğu topluluğun aynı zamanda aynı bölgede yaşayan Homo sapiens topluluklarıyla aynı kültürü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Homo Sapiens Archaic, Homo Heilderbergensis ve Cro-Magnon
Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma, aslında Homo sapiens archaic'le aynı şeydir. Yani bu canlılar bir insan türüdür. Fakat buna rağmen bu konuda yapılan çizimlerde hep hayali ilkel insansılar vardır. Bu, bir Darwinist aldatmacadır.
1. Homo sapiens archaic, günümüz Aborijinlerine benzeyen bir insan ırkıdır.
2. Kasıtlı olarak farklı isim verilmiş olan Homo heilderbergensis, aslında Homo sapiens archaic ile aynıdır.
3. Cro-magnon, bir başka insan ırkıdır. Homo erectus ve Neandarteller gibi çeşitli karakteristik özelliklere sahiptir.
Sibiryalı Bir İnsan Irkı: Denisovanlar
Denisovan insanına ait bir çizim

1. Günümüz İnsanı
2. Neandertal
3. Denisovan
Evrimciler, 0.5 cm'lik kemik parçasından soldaki çizimi yaparak Denisovanları insanın bir alt türü olarak göstermeye çalışmışlardır. Oysa Denisovan, günümüzdekinden farksız bir insan türüdür.
1- Kontaminasyon (diğer organik atıkların karışması) sorunu:
İncelenmek istenen DNA'nın saflaştırılması sırasında kullanılan tekniğin güvenilirliği çok önemlidir ve hata yapılmaması gerekir. Fosil DNA incelemesinde aslında en büyük sorun, diğer organik atıklarla karışma ihtimalidir. Başta da söylediğimiz gibi, Denisovan fosillerinin bulunduğu alan çok farklı insan ve hayvana ev sahipliği yapmıştır. Dolayısıyla bu canlıların DNA'sı fosil DNA'sına karışmış haldedir. Bunlara mikroorganizmaların ve çeşitli böceklerin DNA'sı da eklendiğinde karışık bir DNA havuzuyla karşılaşılmış olur. Bu durumda fosil DNA çalışmasında hata yapılmaması olasılığı neredeyse yoktur. Nitekim, söz konusu makalede de Denisovan insanı fosiline ait kısmın ancak % 0,17 olduğu belirtilmektedir.
2- Fosil DNA'ların parçalanmış halde bulunması sorunu:
İnsan DNA'sı 3.4 milyar baz çiftinden oluşan muazzam bir kütüphanedir. Yaşayan insandan elde edilen DNA'nın dizilim ve kromozom konumunu belirlemek mümkündür. Ancak fosil DNA, aradan geçen on binlerce yılın etkisiyle parçalanmış haldedir. Pek çoğu en fazla 50-70 baz dizilimine sahiptir. Tüm DNA düşünüldüğünde 50-100 milyon parçadan bahsetmek gerekmektedir. Bu durumu 100 milyon parçadan oluşan bir bulmacaya benzetmek yanlış olmaz.
Evrimciler, bu sorunu aşmak için şablon olarak günümüze ait insan genomu ve şempanze genomu kullanıldığını ifade etmektedirler. Peki araya karışmış başka canlılara ait DNA'nın ayrımı nasıl yapılacaktır? Zaten insan genomundan farkların ortaya koyulmaya çalışıldığı bir araştırmada şablon olarak insan genomunun kullanılması elbette ki bilimsel bir metod olarak doğru değildir ve sonuçlarına güvenilemez.
3- Kimyasal ve enzimatik sorunlar
Fosil DNA'nın geçirdiği yıllar boyunca doğal ortamında yaşadığı kimyasal değişimler de baz zincirinde değişikliklere sebep olabilmektedir. Bunun yanında DNA'yı hazırlamak için kullanılan urasil glikosidaz ve endonükleaz gibi enzimler de dizilim yapısını bozmaktadır. Yine DNA'yı çoğaltmak için kullanılan PCR tekniği de hataya açıktır.
4- Genel hata payının %1.5 kabul edilmesi
Tüm bu sorunlar yanında makalede kabul edilen hata payının %1.5 olması da ayrı bir sorundur. Çünkü yine iddiaya göre Denisovan fosilleri ile günümüz insanı gen dizilimi arasında bulunmaya çalışılan fark da ancak bu kadardır. Bu durumda farkın gerçek mi hataya dayalı mı olduğu da yine şüpheli olacaktır. Özetle bütün bunlar bilimsellikten uzaklaşılan, bir ideolojiye göre bilimi yanlış yönlendiren gerçeklerdir.
Yapılan çalışmadan elde edilen veriler, Denisovan fosillerinin günümüz insanı ile aynı olduğunu göstermektedir.

Denisovan fosillerinin günümüz insanlarından hiçbir farkı yoktur. Yapılan DNA analizleri spekülatif ve yanlıdır. Yapılan spekülasyonlar, sol üstteki resimde görülen, sağ el 5. parmak orta falanks ucuna ait, yalnızca 0.5 cm'lik kemik parçasına dayanmaktadır. Evrimciler, işte bu kadar çaresiz durumdadırlar.
Homo Floresiensis: Günümüz İnsan Irkı
Endonezya'nın Flores adasında bulunan Homo Floresiens fosili bir insan ırkını temsil eder.
Sözde Atalarıyla Aynı Anda Yaşayan Türler!...

Evrimcilerin yaptığı yandaki gibi hayali sıralamalar, birçok evrimci yayın organında boy göstermektedir. Oysa bu canlıların bir kısmı sözde atalarıyla aynı dönemde yaşamış tam teşekküllü canlılardır. "İnsansı" adı verilen garip varlık, evrimci zihniyetin ürünüdür; hiçbir zaman var olmamıştır.


Olduvai Gorge bölgesindeki katmanlarda, evrimcilerin birbirinin sözde atası kabul ettikleri H. habilis, H. erectus ve Australopitecus fosilleri yanyana bulunmuştur; birbirlerinin atası olmaları imkansızdır.
1. Evrimci Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, 800 bin yıllık insan yüzünü kapaktan vererek, "Geçmişimizin yüzü bu mu?" başlığını atmıştı. Bu fosil, Homo habilis'in sanılandan çok daha eski tarihli olduğunu ortaya koymuştu.
2. İspanya'daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasından görünüm
Evrimin İki Ayaklılık Çıkmazı
Dört ayaklı yürümeye uygun eğik maymun iskeletinin, iki ayaklı yürümeye uygun dik insan iskeletine evrimleşmesinin imkansız olduğu bilimsel olarak kesin bir gerçektir.
Evrimci Lord Solly Zuckerman, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
İnsanın evrimi hikayesi, hiçbir bilimsel bulguya dayanmamaktadır. Altta görülen çizimler, evrimcilerin propaganda amaçlı yaptığı sahte çizimlerdir. Amaç, manipülasyon yoluyla kitleleri evrim sahtekarlığına inandırmaktır.
Ara Geçiş Fosili Yoktur

Evrimciler, mutasyonların canlıları değişime uğrattığını ve başka türlere dönüştürdüğünü iddia ederler. Oysa bu iddianın bir aldatmaca olduğunu kendileri de bilmektedir. Mutasyonların net etkisi zararlı ve öldürücüdür. Mutasyonlar canlının genetik bilgisini bozar, mükemmel vücut sistemini tahribata uğratır, sakatlıklar ve anatomik anormallikler oluşturur. Eğer evrimcilerin iddia ettiği şekilde mutasyonlarla evrimleşme olsaydı, resimdeki gibi iki başlı, dört kollu, kolları bacaklarından çıkmış patolojik canlıların var olması gerekirdi. Ancak evrimcilerin beklentilerinin aksine canlılık, müthiş bir düzen, ahenk ve estetik ile yaratılmıştır.
"Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu, benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır." (Charles Darwin, The Origin of Species, s.172-280)

Eğer Darwinistlerin mutasyonlarla değişim ve gelişim iddiası doğru olsaydı, fosil kayıtlarında üç beyinli, çift omurlu, çok gözlü, iki burunlu, 6-7 parmaklı, kısacası son derece garip görünümlü canlıların izlerine rastlanması gerekirdi. Ancak 160 yıldır yapılan araştırmalar neticesinde böyle garip bir varlığın fosiline hiç rastlanmamıştır. Evrim teorisi, canlıların mutasyonların etkisiyle başka canlılara dönüştüğünü iddia eder. Oysa bu iddianın büyük bir aldatmaca olduğunu modern bilim tüm açıklığıyla ortaya koymuştur.
Her şeyden önce eğer canlılar başka canlılara dönüşseydi, bu hayali dönüşme evresinde çok sayıda ara canlı var olmalı, yeryüzünün dört bir yanı sözde dönüşüm aşamasındaki canlıların fosilleriyle (ara fosillerle) dolu olmalıdır. Oysa bugüne kadar çıkarılmış olan 700 milyondan fazla fosillin tamamı bugün de bildiğimiz tam ve eksiksiz canlılara aittir. Evrim olsaydı, yeryüzü milyarlarca ara canlıya ait fosil ile dolu olmalıydı. Üstelik sayısı milyonları bulan bu canlıların mutasyonların etkileri nedeniyle son derece anormal varlıklar olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir fosile rastlanmamıştır.
Evrimcilerin iddiasına göre tüm organlar tesadüfen meydana gelmiş mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Canlının gelişim aşamasında anormal yapıya sahip bir organın defalarca mutasyona maruz kaldığını, sürekli değişim geçirdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddiaya göre yeraltında her aşaması ayrı anormalliklere sahip bu yapılardan milyonlarcasının bulunması gerekirdi. 2-3 başlı insanlar veya böcekler gibi yüzlerce göze sahip, farklı uzunluklarda bir çok kolu olan ve bu tarzda pek çok anormalliğe sahip pek çok insan fosili bulunmalıydı. Aynı şekilde her canlı ve bitki için de anormal örnekler olması gerekirdi. Bütün deniz hayvanlarının da hayali ara fosillerinin son derece anormal varlıklar olması gerekirdi. Ancak tek bir tane bile ara fosil yoktur. Fosilleri bulunan milyonlarca örneğin hepsi, tüm uzuvları yerli yerinde olan normal canlılara aittir.

Bu gerçek, evrim teorisinin çöküşünün açık bir ifadesidir. Bulunan 700 milyondan fazla fosilin tamamının evrimi yalanlamasına rağmen hala "bir gün bulunur" umuduyla bu teoriyi savunmak, akıl sahibi bir insanın yapacağı şey değildir. Aradan 160 sene geçmiş, dünyada kazılmadık fosil yatağı kalmamış, milyarlarca dolar harcanmıştır ama Darwin'in öngördüğü hayali ara canlılara ait fosiller bulunmamıştır. Darwinistlerin delil olarak kullanabileceği tek bir ara fosil yoktur. Buna karşın "Yaratılış Gerçeği"ni gösteren 700 milyondan fazla fosil bulunmaktadır. İşte bu, evrim teorisine açık ve bilimsel meydan okumadır.
Dipnotlar
87 David Pilbeam, "Humans Lose an Early Ancestor", Science, Nisan 1982, s. 6-7
88 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94
89 Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, Cilt 258, s. 389
90 Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mays 1999, no. 980, s. 52-62
91 D. Johanson - T. D. White, Science, 203:321, 1979, 207:1104, 1980 - Nicholas Comninellis, Creative Defense: Evidence Against Evolution, Master Books, 2001, s. 187-188
92 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, Cilt 94, 1994, s. 307-325
93 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648
94 Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41
95 C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2.b. New York: Rinehart and Wilson, 1979
96 Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s. 54
97 Bernard Wood, Mark Collard, "The Human Genus", Science, vol 284, No 5411, 2 Nisan 1999, s. 65-71
98 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83
99 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984
100 Rensberger, a.g.m.
101 Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62
102 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s. 136
103 Pat Shipman, "Doubting Dmanisi", American Scientist, November- December 2000, s. 491
104 Erik Trinkaus, "Hard Times Among the Neanderthals", Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive", American Journal of Physical Anthropology Supplement, Cilt 12, 1991, s. 94
105 Robert D. Martin et al., Comment on "The Brain of LB1, Homo floresiensis", Science, Vol. 312. no. 5776, 19 Mayıs 2006, s. 999
106 "Race of tiny people didn't exist, scientists say", Science, 18 Mayıs 2006, http://www.world-science.net/othernews/060518_floresfrm.htm
107 Guy Gugliotta, "Scientists Debate the Normalcy of Ancient 'Hobbits'", The Washington Post, 19 Mayıs 2006, s A12, http://www.washingtonpost.com/ wp-dyn/content/article/2006/05/18/AR20060 51801301.html?sub=AR
108 Alan Walker, Science, cilt 207, 1980, s. 1103
109 A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, Cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272
110 S. J. Gould, Natural History, Cilt 85, 1976, s. 30
111 Time, Kasım 1996
112 L. S. B. Leakey, The Origin of Homo Sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L. S. B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974
113 "Is This The Face of Our Past", Discover, Aralık 1997, s. 97-100
114 Ruth Henke, "Aufrecht aus den Baumen", Focus, Cilt 39, 1996, s. 178
115 Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5
116 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
117 Robert Locke, "Family Fights" Discovering Archaeology, Temmuz-Ağustos 1999, s. 36-39
118 Locke, a.g.m., s. 36
119 Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117
Bölüm 10: Evrimin Moleküler Çıkmazı
Darwin zamanında canlı
hücresinin kompleks yapısı bilinmiyordu. Bu nedenle dönemin evrimcileri,
canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna "rastlantılar ve doğal
olaylar" cevabını vermenin çok ikna edici olduğunu sanmışlardı.Oysa canlılığın en küçük detayına kadar inen 20. yüzyıl
teknolojisi, hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistem olduğunu
ortaya çıkardı. Bugün hücrenin içinde; enerjiyi üreten santraller; yaşam için
zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle
ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine
ham maddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları;
dışarıdan gelen ham maddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş
laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek
malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri
olduğunu biliyoruz. Üstelik bu saydıklarımız hücredeki kompleks yapının
yalnızca bir bölümünü oluşturur.
Hücredeki Kompleks Yapı

1. ÇEKİRDEK
İnsan vücuduna ait tüm bilgiler çekirdekte bulunan DNA molekülüne şifre olarak kaydedilmiştir.
2. ENDOPLAZMİK RETİKULUM
Protein ve diğer moleküllerin izolasyonu ve ulaşımını sağlar.
3. MİTOKONDRİ
Hücrenin ana enerji kaynağıdır. Vücut fonksiyonları için gerekli tüm ATP molekülleri burada sentezlenir.
4. HÜCRE ZARI KAPILARI
Oksijen ve glikozu gibi gerekli maddeleri içeriye, hücrenin sentezlediği protein, enzim gibi maddeleri ise dışarıya taşırlar.
5. HÜCRE ZARI
Seçici-geçirgen yapısı sayesinde, hücreye giren ve hücreden çıkan moleküllerin son kontrollerini yapar.
Hücre, bilinen en kompleks ve en üstün düzene sahip sistemlerden biridir. Biyoloji profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde bir Teori), isimli kitabında hücrenin kompleksliğini şöyle bir örnekle açıklamaktadır:
Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi çapı 20 kilometre olan, Londra veya New York gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımıza eşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir düzene sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın en muhteşem teknolojisinin ve insanı hayrete düşüren bir kompleksliğin içinde buluruz... İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu komplekslik bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve tesadüf kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır...1
1. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242

1. Fosfolipitin Hidrofil (Kutuplu) Başı
2. Şeker Cephesi Zinciri
3. Dış Yüz
4. Bütünleyici (İç Güdümlü) Proteinler
5. Kolestrol
6. İç Yüz
Hücre zarı, seçici-geçirgen yapısı, üzerindeki kapıları, kontrol noktaları ve bilinçli ulaşım sistemi ile mucizevi bir yapıdır. Hücrenin tek bir organeli dahi hücredeki dünyanın kompleksliğini sergilemek için yeterlidir.
Evrimcilerden İtiraflar
Evrimciler, canlılığın yeryüzünde ilk ortaya çıkışı konusunda büyük bir açmaz içindedirler. Çünkü canlı organizmaya ait moleküller, rastlantılarla açıklanamayacak kadar komplekstir. Canlı hücresinin tesadüfen oluşması ise açıkça imkansızdır.
Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya geldiler. Moleküler evrim teorisinin en önemli ismi sayılan Rus evrimci Alexander I. Oparin, 1936'da yayınladığı Yaşamın Kökeni adlı kitabında şöyle diyordu:
Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.1
Oparin'den bu yana evrimciler hücrenin rastlantılarla oluşabileceğini ispat etmek için sayısız deney, araştırma ve gözlem yaptılar. Ancak yapılan her çalışma, hücredeki kompleks yapıyı daha detaylı bir biçimde ortaya koyarak, evrimcilerin varsayımlarını daha da fazla çürüttü. Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose de bu konuda şöyle der:
Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar.2
San Diego Scripps Enstitüsü'nden jeokimyacı Jeffrey Bada'nın aşağıdaki sözleri ise, 20. yüzyılın sonunda evrimcilerin bu büyük açmaz karşısındaki çaresizliğinin ifadesidir:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?3
2007 yılında, Harvard'lı kimyager George Whitesides bir konuşmasında şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir. … Çoğu kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya'daki moleküllerin karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim yok.4
1. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196.
2. Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no. 4, 1988, s. 348
3. Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
4. Nicholas Wade, "Life's Origins Get Murkier and Messier", The New York Times, Haziran 13, 2000, s. D1-D2
Proteinler Tesadüfe Meydan Okuyor
Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Hücrenin en küçük yapı taşlarında dahi olağanüstü bir komplekslik hakimdir.

Evrimciler, 21. yüzyılda karşılarına çok daha açık ve hayret verici şekilde çıkan hücredeki komplekslik gerçeğini, kendilerince bertaraf edecek bir açıklama bulamamaktadırlar. Yaşamın başlangıcını ve hücredeki kompleksliği evrim ile açıklamaya çalışan her teşebbüs büyük bir hüsran ile karşılık görmektedir. Bu çabalarla evrimi savunanlar hiç olmadığı kadar küçük düşmekte, bilim her yeni bulguyla daha güçlü şekilde evrimi reddetmektedir.
Sol-Elli Proteinler

Amino asitler doğada sağ-elli ve sol-elli olmak üzere iki türde bulunurlar. Ancak proteinleri oluşturan amino asitler mutlaka sol-elli olmalıdır.

1. Hidrojen Bağı
2. İyonik Bağ
3. Hidrofobik Birleşme
4. Kovalent Bağ
Atomları ve molekülleri bir arada tutan çeşitli kimyasal bağlar vardır. Bu bağlar iyonik, kovalent ve zayıf bağlar olarak üçe ayrılır. Bunlardan kovalent bağlar, proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerdeki atomları bir arada tutar. Hidrojen bağları gibi zayıf bağlar ise amino asit zincirini, katlanarak aldığı özel üç boyutlu şekilde sabit tutar. Bu bağların zayıf olması, protein sentezi, DNA replikasyonu gibi işlemlerin gerçekleşmesi için hayatidir.
Gerekli Tüm Koşullar Mevcut Olsa Bile Bir Protein Tesadüfen Oluşamaz

Proteinleri meydana getiren amino asitler, doğadaki birçok kimyasal bağ şeklinden sadece bir tanesini kullanarak birbirlerine bağlanırlar. Buna, peptid bağ adı verilir. Bu, yalnızca proteinlere has bir bağlanma şeklidir. Farklı bir bağlantı şeklinde, amino asit zincirleri işe yaramayacak, proteinler oluşamayacaktır.
Bir proteinin oluşması için; DNA, ribozom, hücre çekirdeği, enerji üreten mitokondri, kısacası hücredeki tüm diğer organellerin ve elbette hücrenin tamamının aynı anda var olması gerekir.

Miyoglobin proteinin üç boyutlu yapısı, bir proteinin nasıl kompleks bir yapıda olabileceğini çok iyi vurgulamaktadır.

Canlılığın Ortaya Çıkışına Cevap Arayan Evrimsel Çırpınışlar
"Canlılığın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı" sorusu evrim teorisi açısından o denli büyük bir çıkmazdır ki, evrimciler bu konuya ellerinden geldiğince değinmemeye çalışırlar. Konuyu, "ilk canlılık tesadüfi birtakım faktörlerin etkileşimiyle suda oluştu" gibi sözlerle geçiştirmeye uğraşırlar. Çünkü bu konuda içine düştükleri çıkmaz, hiçbir şekilde aşılabilecek türden değildir. Paleontoloji gibi bilim dallarını kendi isteklerine uygun bir şekilde kullanarak sahte fosiller ve yanlış haberler ile propaganda yapma imkanları yoktur ellerinde. Bu nedenle, evrim teorisi daha başlangıç aşamasında çökmektedir.
Stanley Miller'ın amacı,
milyarlarca yıl önceki cansız dünyada proteinlerin yapıtaşları olan amino
asitlerin "tesadüfen" oluşabileceklerini gösteren deneysel bir bulgu
ortaya koymaktı.
Bölüm 4: Fosiller Evrimi Reddediyor
Evrim teorisi bütün
canlıların birbirlerinden türediklerini iddia eder. İddiaya göre, oluşan bir
canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya
çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman
dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız ara
türlerin oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Ara-Geçiş Formları Çıkmazı
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların
sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir.
Ayrıca bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması
gerekir. Bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden
bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu
kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle
açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız
ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının
kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.32
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara form fosillerinin bir
türlü bulunamadığının farkındadır. Bunun teorisi için büyük bir açmaz
oluşturduğunu da görmüştür. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin
Sorunları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştır:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle
türemişse, neden sayısız
ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir
karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara
geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında
gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle
bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya
çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük
itiraz olacaktır.33
Darwin'in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama
ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz oluşudur. Darwin, fosil kayıtları
detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia
etmiştir.

1. Dinozor bulunduğu yere çöküp ölür.
2. Çamur üzerinde ayak izleri kalmıştır.
3. Et kısmı çürürken geride kemikler kalır.
4. ZAMAN
5. Erozyon kemik ve ayak izlerini barındıran katmanı ortaya çıkarır.
6. Su seviyesi yükselir; çökelti kemik ve ayak izlerini kapatır.
7. Kemik üzerine kalın bir çökelti tabakası birikir; kemikler yavaş yavaş fosilleşir.
Yukardaki şemada fosillerin yüz milyonlarca yıl içinde oluşma aşamaları gösterilmektedir.
Evrimciler Darwin'in bu
sözlerine inanarak, 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında
hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aradılar. Oysa,
büyük bir hırsla aranan ara
geçiş formlarına asla rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, onu
kendi elleriyle çökertmişlerdi.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek V. Ager, bir
evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak
incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı
gerçekle karşılarız; kademeli
evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.34
Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her
zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların
izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve
yine aniden yok olurlar. Bu beklenmedik durum, türlerin Allah tarafından
yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır.35
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı
ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz.
Amerikalı paleontolog R. Wesson da, Beyond Natural Selection (Doğal
Seleksiyonun Ötesinde) adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların
gerçek" olduğunu şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, fosil
kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir
(evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır.
Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve
özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim
göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği
gözlenir. Değişim ise anidir.36
Fosiller, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığının ispatıdır. Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu gibi, canlılar sahip oldukları tüm özelliklerle bir anda var olmuşlar ve soyları devam ettiği müddetçe en küçük bir değişiklik geçirmemişlerdir. Balıklar hep balık, böcekler hep böcek, sürüngenler hep sürüngen olarak var olmuştur. Türlerin aşama aşama oluştuğu iddiasının bilimsel hiçbir geçerliliği yoktur.
Yaşayan Fosiller Evrimi Reddediyor


Çayır Çekirgesi
128 milyon yıllık, Kretase dönemine ait

Yusufçuk
150 milyon yıllık, Jura dönemine ait

Deve Sineği
150 milyon yıllık, Jura dönemine ait

Tavşan
30 milyon yıllık, Oligosen dönemine ait

Çınar yaprağı
50 milyon yıllık, Eocene dönemine ait

Deniz Yıldızı
490 - 443 milyon yıllık, Ordovisyon dönemine ait

354 - 325 milyon yıllık, Karbonifer dönemine ait

Kozalak
65 -23 milyon yıllık, Paleosen dönemine ait


Keman Vatozu
95 milyon yıllık, Kretase dönemine ait

Nautilus
113 - 97 milyon yıllık, Kretase dönemine ait

Kerevit
150 milyon yıllık, Jura dönemine ait
Canlılık Yeryüzünde Birdenbire ve Kompleks Formlarda Belirmiştir
Yeryüzü tabakaları ve
fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı hayatının birdenbire ortaya
çıktığı görülür. Kompleks canlıların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü
tabakası, 520-490 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan "Kambriyen"
tabakadır.
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar,
trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz yıldızları, yüzücü
kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. Hatta bu
katmanlarda omurgalı izlerine dahi rastlanmıştır. Nanjing Paleontoloji ve
Jeoloji Enstitüsü profesörü Jun-Yuan Chen ve ekibince bu kazılarda ortaya
çıkarılan Haikouella isimli
kordalı; beyin, kalp ve damar sistemi, solungaçlar, notokord ve gelişmiş bir
kas yapısına ve muhtemelen bir çift göze sahiptir.37 Bu bulgu,
evrimcilerin omurgalıların atasının Kambriyen döneminde yaşayan Pikaia isimli
canlı olduğuna dair iddialarını temelden yıkmıştır.
Bilim yazarı Fred Heeren, Haikouella bulgusunun, Pikaia ile
ilgili evrimci beklentilerin tam zıddı sonuçlar ortaya koyduğunu şöyle
anlatır:
Biyolog [Chen] Orta Kambriyen döneminden olan ve daha önceleri
dünyanın en eski kordalısı konumuna yükseltilen Pikaia isimli canlının, ilkel
bir atası olabilecek bir canlı görmeyi umuyordu. Ancak Chen, Pikaia'nın daha az
kompleks bir ataya sahip olduğuna kanıt bulmadı, bunun yerine birçok omurgalı
karakteristiği sergileyen ve 15 milyon yıl daha yaşlı olan bir kordalı buldu.38
İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin
bir anda ve hiçbir ataları olmaksızın ortaya çıkmalarıdır. Bu yüzden jeolojik
literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda, günümüz örneklerinden hiçbir
farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri
fizyolojik yapılar bulunur. Örneğin trilobitlerin çift mercekli petek göz
yapısı bir yaratılış harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago
Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün
iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından
geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.39
Bu kompleks omurgasızlar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegane
canlılar olan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş
formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır.

Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin bir anda ve hiçbir ataları olmaksızın ortaya çıkmalarıdır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay "Kambriyen Patlaması" olarak anılır. Kambriyen Patlaması, Darwin'in en büyük kabuslarından biri, günümüz evrimcilerinin de en büyük açmazlarındandır.
Evrim literatürünün
popüler yayınlarından Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monastersky,
evrimcileri şaşırtan bu Kambriyen Patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden
ortaya çıkmışlardır. ... Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız
takımları erken Kambriyen Devri'nde zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi
birbirlerinden çok farklıdırlar.40
Kambriyen fosilleri, biyolojik kategorilerin fosil kayıtlarında
belirme yönünün, Darwin'in iddia ettiği gibi "aşağıdan yukarıya"
değil "yukarıdan-aşağıya" doğru bir seyir izlediğini göstermiştir.
Öyle ki, Kambriyen'de birbirinden farklı 50'den fazla filum ortaya çıkmış
olmasına rağmen, günümüzde korunan filum sayısı 35 civarındadır. Yani bugün
mevcut olan tüm filumlar ve dahası, günümüzden 530 milyon yıl önce aniden ortaya
çıkmıştır.
Trilobit Gözleri
Trilobit Gözleri
Kambriyen Devri'nde bir anda ortaya çıkan trilobitler, son derece kompleks bir göz yapısına sahiptirler. Petek şeklindeki yüzlerce parçaya ve çift mercek sistemine sahip olan bu göz, jeoloji profesörü David Raup'un ifadesiyle "ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahiptir".
Bu göz, 530 milyon yıl önce, bir anda, kusursuz biçimde var olmuştur. Elbette böyle bir yapının bir anda ortaya çıkması evrimle açıklanamaz ve Yaratılışın varlığını ispatlar.
Dahası, trilobitlerdeki bu petek göz sistemi, bugüne kadar da hiç değişmeden gelmiştir; arı ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptirler.1 Bu durum, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki iddiasını da açıkça geçersiz kılmaktadır.
Bu göz, 530 milyon yıl önce, bir anda, kusursuz biçimde var olmuştur. Elbette böyle bir yapının bir anda ortaya çıkması evrimle açıklanamaz ve Yaratılışın varlığını ispatlar.
Dahası, trilobitlerdeki bu petek göz sistemi, bugüne kadar da hiç değişmeden gelmiştir; arı ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptirler.1 Bu durum, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki iddiasını da açıkça geçersiz kılmaktadır.
1- R. L. Gregory, Eye and Brain: The Physiology of Seeing, Oxford
University Press, 1995, s. 31.
![]() |
Bu farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce
yaşamış olması gereken bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil
kanıtı yoktur.41
Harvard Üniversitesi'nden evrimci paleontolog Stephen Jay Gould
ise, Kambriyen fosillerinin Darwin üzerinde bıraktığı etkiyi şu sözlerle tarif
etmiştir:
Fosil kayıtları, Darwin'e mutluluktan çok hüzün getirdi. Hiçbir
şey onu, neredeyse tüm kompleks dizaynların ortaya çıktığı Kambriyen
Patlaması'ndan daha çok rahatsız etmedi.42
İşte bu sebeple, Charles Doolittle Walcott adlı evrimci
paleontolog, Kanada'nın Burgess Shale bölgesinde yapmış olduğu araştırmalar
sonucunda bulmuş olduğu Kambriyen fosillerini gizlemeye karar vermiştir.
Muhteşem Kambriyen fosilleri tam 70 yıl boyunca saklanmıştır.
İlginç Dikenler:
Kambriyen Devri'nde bir anda ortaya çıkan canlılardan biri, sol üstteki Hallucigenia'dır. Bu ve diğer pek çok Kambriyen canlısının fosilinde, saldırılara karşı korunma sağlayan dikenler ya da sert kabuklar yer alır. Bu muhteşem yapılar, canlıların avcılardan korunması için özel bir tasarımdır ve 540 milyon yıl önce mükemmel şekilde bulunmaktadır. Bu kusursuz yaratılış örnekleri, evrimcileri çaresiz ve açıklamasız kılan en önemli konulardan biridir.


Burgess Shale fosillerinin
gün ışığına çıkması, ancak 1985 yılında, müzenin arşivlerinin yeniden
incelenmesi sayesinde olmuştur. İsrailli bilim adamı Gerald Schroeder bu konuda
şu yorumu yapar:
Eğer Walcott isteseydi, fosiller üzerinde çalışmak üzere bir
ordu dolusu öğrenciyi görevlendirebilirdi. Ama evrim gemisini batırmamayı
tercih etti. Bugün Kambriyen Devri fosilleri Çin'de, Afrika'da, İngiliz
Adalarında, İsveç'te ayrıca Grönland'da da bulunmuş durumdadır. (Kambriyen
Devrindeki) Patlama, dünya çapında yaşanmış bir olaydır. Ama bu olağanüstü
patlamanın doğasını tartışmak mümkün olmadan önce, bilgi gizlenmiştir.43
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok
farklı canlı sınıflamalarıyla dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan
apayrı yapılardaki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla
cevaplayamadıkları sorulardır. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en önde gelen
savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, savunduğu tezleri temelinden
geçersiz kılan bu gerçek hakkında şunları söylemektedir:

Kambriyen fosillerinin ortaya çıktığı Kanada'daki Burgess Shale vadisi
... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. ... Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler.44
Dawkins'in de kabul ettiği gibi, Kambriyen Patlaması
yaratılışın açık bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları
olmadan aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Evrimci biyolog
Douglas Futuyma da, "canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve
eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı
canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve
mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından
yaratılmış olmaları gerekir" diyerek bu gerçeği kabul eder.45 Nitekim Darwin de, "eğer aynı
sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa,
bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir
darbe olurdu" diye yazmıştır.46Kambriyen Devri ise, tam olarak Darwin'in
"öldürücü darbe" olarak tarif ettiği tabloyu ispatlamaktadır. Bu
yüzden İsveçli evrimci Stefan Bengston, Kambriyen Devri'nden söz ederken ara
formların yokluğunu itiraf etmekte ve "Darwin'i şaşırtan ve
utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır" demektedir.47
Açıktır ki fosil kayıtları, canlıların, evrim
savunucularının iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç
izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Kısacası canlılar evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.

Üstteki şemada, Burgess Shale yataklarından çıkan Kambriyen türlerinin oranı görülüyor. Alttaki şema ise, aynı yataklarda bulunan fosil örneklerinin oranını gösteriyor. Bu grafik, 50'den fazla filum ve 150'den fazla türün ortaya çıktığı müthiş Kambriyen çeşitliliğini göstermektedir.
Moleküler Karşılaştırmalar, Evrimin Kambriyen Çıkmazını Büyütüyor
Evrim teorisini Kambriyen
Patlaması konusunda giderek daha fazla açmaza sokan bir diğer gerçek, farklı
canlı kategorileri arasında yapılan genetik karşılaştırmalardır. Bu
karşılaştırmaların sonuçları, evrimci biyologların yakın zamana kadar
"yakın akraba" saydıkları hayvan kategorilerinin genetik olarak çok
farklı olduklarını ortaya koymakta, böylece zaten sadece teoride var olan
"ara form" varsayımlarını iyice imkansız hale getirmektedir.
Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde 6 ayrı bilim
adamının imzasıyla yayınlanan bir makalede, DNA analizlerinin, "eskiden
ara form sayılan" kategorileri bu sınıflandırmadan çıkardığı şöyle
açıklanmaktadır:
DNA sekans analizleri, filogenetik ağaçlar için yeni yorumlar
gerektirmektedir. Metazoa (çok hücreli canlılar) ağacının tabanında yer alan ve
daha önceden birbirini izleyen komplekslik derecelerini temsil ettikleri
düşünülen canlı sınıflamaları yer değiştirmekte ve ağacın çok daha üst
kısımlarına taşınmaktadır. Bu, geriye hiç bir evrimsel "ara form"
bırakmamaktadır ve bizi Bilateria (simetrik vücuda sahip canlılar)nın
kompleksliğinin kökeni hakkında yeniden düşünmeye zorlamaktadır.48
Yine aynı makalede, evrimci yazarlar, daha önceden süngerler,
cnidarianlar, ctenophorlar gibi omurgasız deniz canlıları grupları arasında
"ara form" saydıkları bazı kategorilerin, yeni genetik bulgular
nedeniyle artık böyle sayılamayacaklarını belirtmekte ve bu gibi evrim ağaçları
kurgulama konusunda artık "ümitlerini yitirdiklerini" şöyle ifade
etmektedirler:
Yeni moleküler temelli filogeninin bazı önemli sonuçları vardır.
Bunların en önemlisi, süngerler, cnidarianlar, ctenophorlar arasındaki
"ara form" sınıflamaların ve bilateryen canlıların son ortak atasının
yani "urbilateria"nın ortadan kalkmasıdır... Bunun doğal sonucu
olarak, urbilateria'ya giden soy ağacında çok büyük bir boşluğumuz var... Kademeli bir
biçimde giderek artan bir komplekslik senaryosu yoluyla, "boşluktaki
atayı" yeniden inşa etme yönündeki umudumuzu -ki bu eski evrimsel mantık
yürütmede çok yaygındır- kaybetmiş bulunuyoruz. 49

A. İKİ YÖNLÜ SİMETRİ
1. Sırt
2. Sagital plan
3. Enine plan
4. Arka
5. Ön plan
6. Ön
7. Karın
DNA sekans (dizi) analizleri, simetrik vücuda sahip canlılardaki (Bilateria) kompleksliğin evrim ile mümkün olamayacağı gerçeğini ortaya koymuştur.
Dipnotlar
32 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
33 Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280
34 Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133
35 Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, 19 Ocak 1981, s. 56
36 R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45
37 Jun-Yuan Chen, Di-Ying Huang & Chia-Wei Li, "An early Cambrian craniate-like chordate", Nature, http://www.nature.com/nature/journal/v402/n6761/abs/402518a0.html
38 Fred Heeren, "A little fish challenges a giant of science", The Boston Globe, 30 Mayıs 2000, s. E1
39 David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, Cilt 50, Ocak 1979, s. 24
40 Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40
41 Richard Fortey, The Cambrian Explosion Exploded?, Science, Cilt 293, No 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439
42 Stephen J. Gould, The Panda's Thumb, 1980, s. 238-239
43 Gerald Schroeder, "Evolution: Rationality vs. Randomness", http://www.geraldschroeder.com/evolution.html
44 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 229
45 Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
46 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 302
47 Stefan Bengston, Nature, Vol. 345, 1990, s. 765
48 André Adoutte, Guillaume Balavoine, Nicolas Lartillot, Olivier Lespinet, Benjamin Prud'homme, and Renaud de Rosa, "The New Animal Phylogeny: Reliability And Implications", Proceedings of the National Academy of Sciences, 25 April 2000, vol 97, No 9, s. 4453-4456
49 Adoutte, Balavoine, Lartillot, Lespinet, Prud'homme, Rosa, a.g.m., s. 4453-4456
Bölüm 5: Evrimin Sudan Karaya Geçiş Masalı
Bölüm 5: Evrimin Sudan Karaya Geçiş Masalı
Evrimciler Kambriyen
Devri'nde ortaya çıkan omurgasız deniz canlılarının, on milyonlarca yıllık bir
zaman dilimi içinde balıklara dönüştüğünü iddia ederler. Ancak Kambriyen Devri
omurgasızlarının hiçbir atası olmadığı gibi, bu omurgasızlar ile balıklar
arasında bir evrim olduğunu gösterebilecek hiçbir ara geçiş formu da yoktur.
Oysa iskeletleri olmayan ve sert kısımları vücutlarının dış kısmında yer alan
omurgasızların, sert kısımları vücutlarının ortasında yer alan kemikli
balıklara hayali şekilde evrimleşmesi çok büyük bir dönüşümdür ve çok sayıda
ara form izi bırakmış olması gerekir.
Evrimciler bu hayali formları aramak için 160 yıldır fosil
tabakalarını alt-üst etmektedirler. Milyonlarca omurgasız fosili vardır,
milyonlarca balık fosili vardır; ama hiç kimse tek bir tane bile ara form
fosili bulamamıştır.
Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, "Kemikli Balıkların
Evrimi" başlıklı bir makalesinde bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları
sıralar:
Kemikli balıkların
her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki
ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya
çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek
canlıların izlerinden eser yoktur? 50

Evrimcilerin sudan karaya geçiş senaryosu, müthiş bir akıl tutulmasının ürünüdür. Böyle bir geçiş bilimsel olarak mümkün değildir; fosil kayıtlarında ise bu mantıksız iddiayı destekleyecek tek bir delil dahi yoktur. Evrimciler, bu nedenle mantıksız ve delilsiz iddialarını spekülatif çizimlerle desteklemeye çalışılırlar.
Bu soruların cevabı şudur:
Çünkü bu canlılar evrim geçirmemişlerdir. Dolayısıyla köken veya evrimsel ata
arayışlarının da anlamı yoktur. Evrimci senaryo, balıkların da, bir süre sonra
bir şekilde sudan çıkıp kara canlılarına dönüştüklerini iddia eder. Oysa bu
geçişi imkansız kılan pek çok moleküler, fizyolojik ve anatomik faktör vardır.
Dahası, sudan karaya geçiş masalını destekleyebilecek hiçbir fosil delili yoktur.
Evrimcilerin bu konudaki senaryosuna göre, balıklar önce
amfibilere evrimleşmişlerdir. Ama tahmin edilebileceği gibi bu senaryonun da
hiçbir delili yoktur. Yarı balık-yarı amfibi bir canlının yaşadığını gösteren
tek bir fosil bile bulunamamıştır. Omurgalı
Paleontolojisi ve Evrim kitabının yazarı olan evrimci Robert
L. Carroll, bu gerçeği "erken
amfibilerle balıklar arasında ara form fosillerine sahip değiliz"
diyerek itiraf etmektedir. 51 Evrimci paleontologlar Colbert ve
Morales ise, amfibilerin üç sınıfı olan kurbağalar, semenderler ve sesilyenler
hakkında şu yorumu yaparlar:

Üstte) 410 milyon yıllık Cœlacanth fosili
Evrimciler, buldukları ilk Cœlacanth fosili üzerinde spekülasyon yaparak, bu canlının sudan karaya geçiş örneği olduğunu iddia ettiler. Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere balığın canlı örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi. Balık, mükemmel uzuv ve organlara sahip, günümüzde halen yaşamakta olan bir dip balığıydı.
Palezoik
devir amfibilerinin
ortak bir ataya sahip olduklarını gösterebilecek tek bir kanıt yoktur. Bilinen
en eski kurbağalar, semenderler ve sesilyenler şu an yaşamakta olan örneklerine
son derece benzerdirler. 52
İlginç olan ise bundan yaklaşık 80 yıl öncesine kadar
balık-amfibi arası bir fosilin var olduğu iddia etmeleridir. Yaşı 410 milyon
yıl olarak hesaplanan ve Cœlacanth adı verilen bir balık fosili, birçok evrimci
kaynakta "çok kesin bir ara geçiş formu" olarak tanıtılıyordu.
Evrimciler Cœlacanth'ın ilkel bir akciğere, gelişmiş bir beyne, karadan çıkmaya
hazır bir dolaşım ve sindirim sistemine, hatta ilkel bir yürüme şekline sahip
bir ara-geçiş formu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yorumlar 1930'ların sonuna
kadar bütün bilim çevrelerinde tartışmasız kabul edildi.
Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda çok ilginç bir keşif
yapıldı. 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılan
Cœlacanth ailesinin canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti!
Cœlacanth'ın "kanlı-canlı" bir örneğinin bulunması, evrimciler
açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, "yolda dinozora rastlasaydım,
daha çok şaşırmazdım" 53 demişti.
İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı ve
halen yakalanmaktadır.

Cœlacanth'ın 1938 yılında canlı örneğinin bulunması evrimciler için büyük bir şoktu. (Üstte) "Yaşayan fosilin denizde bulunduğunu" duyuran gazete haberleri
Bu
balıkların yakalanmasıyla beraber evrimcilerin hayali yorumlar yapmakta ne
kadar ileri gidebilecekleri de anlaşılmış oldu. Cœlacanth iddiaların aksine ne
ilkel bir akciğere, ne de büyük bir beyne sahipti. Evrimci araştırmacıların
ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapı, balığın vücudunda bulunan bir yağ
kesesinden başka bir şey değildi. 54 Dahası, "sudan çıkmaya
hazırlanan bir sürüngen adayı" olarak
tanıtılan Cœlacanth'ın, gerçekte okyanusun en derin sularında yaşayan ve 180 m. derinliğin üzerine hemen
hiç çıkmayan bir dip balığı olduğu anlaşıldı.55
Cœlacanth'ın canlı olarak yakalanmasından sonra üzerinde yapılan
anatomik incelemeler de evrimci iddiaları yalanlayan pek çok bulgu ortaya
koydu. Bunlardan biri, canlının çevredeki elektromanyetik alanlara duyarlı
olması idi. Bu, Coelacanth'ın kompleks bir duyu organına sahip olduğunu
göstermekteydi. Bilim adamları, balığın rostal organının beyne bağlandığı
sinirlerin düzenine bakarak, bu organın elektromanyetik alanları algılama
görevi yürüttüğünü kabul ettiler. Ara form diye lanse edilen Coelacanth,
gerçekte mucizevi özellikler barındıran mükemmel bir balıktı.
Evrimin Geçersizliğine Bir Örnek KAPLUMBAĞALAR
En eski kaplumbağa fosilleri ile günümüzdeki canlı örnekler arasında ise hiçbir fark yoktur. Kısacası kaplumbağalar evrimleşmemiş, her zaman kaplumbağa olarak yaşamışlardır; çünkü o şekilde yaratılmışlardır.
1. Encyclopedia Britannica, 1992, c. 26, s. 704-705

1. 150 milyon yıllık kaplumbağa fosili
2. 120 milyon yıllık kaplumbağa fosili
Yüz milyonlarca yıllık kaplumbağa fosilleri ile günümüzdeki canlı örnekleri (3) arasında hiçbir fark yoktur.
Sudan Karaya Geçiş Neden Mümkün Değil?
Evrimciler suda yaşayan canlıların günün birinde, her nasılsa, karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler.
Oysa bu tür bir geçişi imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır. Bunların en belirgin olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Ağırlığın taşınması:
Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar.
Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilmesi için yeni kas ve iskelet yapılarına sahip olması gerekir. Bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.
2. Sıcaklığın korunması:
Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa uygun bir vücut sistemine sahip olan canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Kuşkusuz balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı:
Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler:
Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir ki.
5. Solunum sistemi:
Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır.
Dipnotlar
50 Gerald T. Todd, "Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship", American Zoologist, Cilt 26, No. 4, 1980, s. 757
51 R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, New York: W. H. Freeman and Co. 1988, s. 4
52 Edwin H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York: John Wiley and Sons, 1991, s. 99
53 Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, s. 120
54 Jacques Millot, "The Coelacanth", The Scientific American, Cilt 193, Aralık 1955, s. 39
55 Bilim ve Teknik Dergisi, Kasım 1998, Sayı 372, s. 21
Bölüm 6: Kuşların ve Memelilerin Hayali Evrimi
Evrim teorisine göre hayat
suda evrimleştikten sonra amfibilerle karaya taşınmıştır. Amfibilerin bir kısmı
da yine teoriye göre sürüngenlere dönüşüp tam bir kara hayvanı haline
gelmiştir. Böyle bir dönüşümün fizyolojik ve anatomik yönden imkansız olduğunu,
örneğin su içinde gelişen amfibi yumurtasının, kuru ortamda gelişen sürüngen
yumurtasına evrimleşmesinin mümkün olmadığını gösteren çok sayıda delil vardır.
Fosillere baktığımızda ise, zaten böyle bir dönüşümün
yaşanmadığını görürüz: Evrimci iddiaların aksine, sürüngenler, amfibiler ile
aralarında hiçbir ilişki olmadan, hiçbir "ataları" bulunmadan
yeryüzüne çıkmış canlılardır.
Ancak evrim masalının imkansız senaryoları bununla da bitmez.
Bir de karaya çıkmış olan bu canlıları "uçurmak" gerekmektedir!
Evrimciler, kuşların bir şekilde evrimleşmiş olmaları gerektiğine inandıkları
için, bu canlıların sürüngenlerden geldiklerini iddia ederler.
Oysa, kara canlılarından tamamen farklı bir yapıya sahip olan
kuşların hiçbir vücut mekanizması kademeli evrim modeli ile açıklanamaz. Her
şeyden önce kuşu kuş yapan en önemli özellik, yani kanatlar, evrim için büyük
bir çıkmazdır. Türk evrimcilerden Engin Korur, kanatların evrimleşmesinin
imkansızlığını şöyle itiraf eder:
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş
bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Başka bir
deyişle, eksik gözle
görülmez, yarım kanatla uçulmaz. Bu organların nasıl
oluştuğu doğanın henüz iyi aydınlanmamış sırlarından birisi olarak kalmıştır.56

Kuşlara Özel Akciğer
Kuşlar, sözde ataları olarak gösterilmeye çalışılan sürüngenlerden çok farklı bir anatomiye sahiptirler. Kuş akciğerleri, kara canlılarının akciğerlerine tamamen ters biçimde işler.
Kara canlıları havayı aynı nefes borusundan alır ve verirler. Kuşlarda ise hava, akciğere ön taraftan girerken arka taraftan dışarı verilir. Uçuş sırasında yüksek miktarda oksijene ihtiyaç duyan kuşlar için Allah böyle özel bir sistem yaratmıştır. Bu yapının sürüngen akciğerinden evrimleşerek ortaya çıkması ise imkansızdır, çünkü iki farklı akciğer yapısı arasındaki "ara" bir yapıyla nefes alınamaz.

A. Omurgalı Akciğeri
1. Alveol
2. Bronşlar
B. Kuş Akciğeri
3. Giriş
4. Çıkış
5. Parabronşlar
Görüldüğü gibi, kanatların
bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen tesadüfi mutasyonlar
sonucunda meydana geldiği sorusu tümüyle cevapsızdır. Bir sürüngenin ön
ayaklarının, genlerinde meydana gelen bir bozulma (mutasyon) sonucunda nasıl
kusursuz bir kanada dönüşeceği asla açıklanamamaktadır.
Ayrıca, bir kara canlısının kuşlara dönüşebilmesi için sadece
kanatlarının olması da yeterli değildir. Kara canlısı, kuşların uçmak için
kullandıkları diğer birçok yapısal mekanizmadan yoksundur. Örneğin, kuşların
kemikleri kara canlılarına göre çok daha hafiftir. Akciğerleri çok daha farklı
bir yapı ve işleve sahiptir. Değişik bir kas ve iskelet yapısına sahiptirler ve
çok daha özelleşmiş bir kalp-dolaşım sistemleri vardır. Bu mekanizmalar, yavaş
yavaş, "birikerek" oluşamazlar. Kara canlılarının kuşlara dönüştüğü
teorisi bu nedenle tamamen bir safsatadır.
Bunların ardından bir soru daha akla gelir: Tüm bu bilim dışı
hikayeyi doğru saysak bile, bu hikayeyi doğrulaması gereken çok sayıda
"tek kanatlı", "yarım kanatlı" fosil neden bir türlü
bulunamamaktadır? Bunun cevabı açıktır: Canlılar evrimleşerek meydana
gelmemişlerdir. Bir türün diğerine "dönüşümü" gibi bir şey söz konusu
olmadığı için de, yarı-sürüngen yarı-kuş canlılar hiçbir zaman var olmamıştır.
Canlılar, şu an oldukları halleri ile bir anda, mükemmel sistemleriyle
yaratılmışlardır. Fosil kayıtlarının ve diğer bütün bilim dallarının bize
gösterdiği gerçek budur.
Kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini iddia eden evrim teorisi, bu iki ayrı canlı sınıfı arasındaki dev farkları asla açıklayamamaktadır. Kuşlar; içi boş hafif kemiklerden oluşan iskelet yapıları, kendilerine özgü akciğer sistemleri, sıcakkanlı metabolizmaları gibi özellikleriyle sürüngenlerden çok farklıdırlar. Kuşlarla sürüngenlerin arasına aşılmaz bir uçurum koyan bir başka özellik ise, tamamen kuşlara has bir yapı olan tüylerdir.
Sürüngenlerin vücutları pullarla, kuşların vücutları ise tüylerle kaplıdır. Evrimciler sürüngenleri kuşların atası saydıkları için, ister istemez kuş tüylerinin de sürüngen pullarından evrimleştiğini öne sürmek zorunda kalırlar. Oysa pullar ile tüyler arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Connecticut Üniversitesi'nde fizyoloji ve nörobiyoloji profesörü olan A. H. Brush, bir evrimci olmasına rağmen, "tüyler ve pullar... genetik yapılarından gelişimlerine, morfolojilerinden doku organizasyonlarına kadar her şeyde birbirlerinden farklıdırlar" diyerek bu gerçeği kabul eder.1 Dahası, Prof. Brush'a göre "kuş tüylerinin protein yapısı da diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle özgün" bir yapıdır.2
Bunun yanı sıra, kuş tüylerinin sürüngen pullarından evrimleştiklerini gösterebilecek hiçbir fosil delili de yoktur. Aksine, Prof. Brush'ın ifadesiyle, "tüyler fosil kayıtlarında sadece kuşlara has bir özellik olarak bir anda belirirler".3 Sürüngenlerde kuş tüylerine köken oluşturabilecek "hiçbir epidermal (üst deriye ait) yapı ise belirlenememiştir".4
1996 yılında büyük bir medya propagandası ile gündeme getirilen "Çin'de bulunan tüylü dinozor fosilleri" hikayesinin tümüyle gerçek dışı olduğu, sözü edilen Sinosauropteryx fosilinin gerçekte kuş tüyüne benzer hiçbir yapıya sahip olmadığı ise 1997 yılında yapılan incelemelerle anlaşılmıştır.5
Öte yandan, kuş tüylerinde hiçbir sözde evrimsel süreçle açıklanamayacak kadar kompleks bir yapı vardır. Ünlü kuşbilimci Alan Feduccia, "tüylerin her özelliği aerodinamik fonksiyona sahiptir. Hafiftirler, kaldırma kuvvetleri vardır ve kolaylıkla eski biçimlerine dönebilirler" der. Feduccia, evrim teorisinin çaresizliğini ise şöyle kabul eder: "Uçmak için böylesine tasarlanmış bir organın, nasıl olup da ilk başta başka bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığını anlayamıyorum."6
Tüylerdeki bu düzen, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavuskuşu tüylerindeki mükemmel estetik kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"tir. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta, "...doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin, bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor" demiştir.7
Kaynak
1. A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", Journal of Evolutionary Biology, Vol. 9, 1996. s. 132
2. A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", s. 131
3. A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", s. 133
4. A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", s. 131
5. "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, Cilt 278, 14 Kasım 1997, s. 1229
6. Douglas Palmer, "Learning to Fly", (Review of The Origin of and Evolution of Birds by Alan Feduccia, Yale University Press, 1996), New Scientist, Cilt 153, 1 Mart 1997, s. 44
7. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason. Boston: Gambit, 1971, s. 101

1. Omurga (Gövde Kısmı)
2. Kuş Tüyü
3. Küçük Çengel
4. Tüy
5. Çengeller
Kuş tüyleri detaylı olarak incelendiğinde, birbirine özel kancalarla tutunan binlerce küçük tüycük ortaya çıkar. Bu eşsiz yaratılış, çok üstün bir aerodinamik özellik oluşturmaktadır.
Hayali Ara Form Archæopteryx
Evrimciler, "tek
kanatlı veya yarım kanatlı fosillerin neden bulunamadığı" sorusu
karşısında özellikle bir canlıdan söz ederler. Bu, hala ısrarla savundukları az
sayıdaki ara geçiş formu iddialarından en bilineni olan Archæopteryx isimli
fosil kuştur.
Evrimcilere göre günümüz kuşlarının sözde atası olan Archæopteryx, 150 milyon
yıl önce yaşamıştı. Teoriye göre Velociraptor veya Dromeosaur ismi
verilen küçük yapılı dinozorların bir kısmı, evrim geçirerek kanatlanmışlar ve
uçmaya başlamışlardı. Archæopteryx,
dinozor atalarından ayrılan ve yeni yeni uçmaya başlayan ilk canlıydı. Hemen
her evrimci yayında anlatılan hikaye, işte buydu.
Oysa Archæopteryx'in
fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler, bu canlının kesinlikle bir ara
geçiş formu olmadığını, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı
özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu göstermektedir.
Archæopteryx'in iyi uçamayan bir
"yarı-kuş" olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci çevrelerde çok daha
fazla sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının "sternum"unun yani
göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı gibi
gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu
göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan
tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli
yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992
yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili evrimci
çevreler arasında çok büyük şaşkınlık uyandırdı. Zira bu son bulunan Archæopteryx fosilinde
evrimcilerin çok uzun zamandır "yok saydıkları" göğüs kemiği vardı.
Nature dergisinde bu fosil şöyle anlatılıyordu:
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili,
uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir
dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun
mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş
kaslarının olduğunu gösteriyor.57
Bu bulgu, Archæopteryx'in
tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını
geçersiz kıldı.
Öte yandan, Archæopteryx'in
gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de
hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in
günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel
olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği
gibi, "tüylerinden dolayı bu
yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu."58
Archæopteryx'in tüylerinin ortaya
çıkardığı bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı oluşuydu. Bilindiği gibi
sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani vücut ısılarını kendileri üretmeyen,
çevrenin vücut ısılarını etkilediği canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en
önemli fonksiyonlarından bir tanesi ise, vücut ısısını korumalarıdır. Archæopteryx'in tüylü
olması, bunun dinozorların aksine sıcakkanlı, yani vücut ısısını koruması
gereken gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.

Temsili resimde, kanatlarında pençeleri ve gagasında dişleri olan Archæopteryx görülüyor. Uçma yeteneğine sahip pençeli ve dişli kuşların bulunması, evrimcilerin Archæopteryx iddialarını çürütmüştür.
Evrimcilerin, Archæopteryx'in Dişleri ve Pençeleri Hakkındaki Yanılgıları
Evrimcilerin, Archæopteryx'i ara
geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları en önemli iki nokta ise, bu
hayvanın kanatlarının üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir.
Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri
ve ağzında dişleri olduğu doğrudur, ancak bu özellikleri canlının sürüngenlerle
herhangi bir şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki
tür kuşta, Turaco ve Hoatzin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır.
Bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuşturlar.
Dolayısıyla Archæopteryx'in
kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki
iddia geçersizdir.
Archæopteryx'in ağzındaki dişleri de
yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği
olduğunu söyleyerek kasıtlı bir aldatmaca yapmaktadırlar. Oysa dişler
sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri
varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le
sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli kuşların artık yaşamadıkları bir
gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile
aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın tarihlere kadar
"dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun
yaşamını sürdürdüğünü görürüz.

Archæopteryx, mükemmel uçucu bir kuştur:
1. Tüyler bu fosilin sıcakkanlı ve uçan bir canlıya ait olduğunu gösteriyor.
2. Günümüz kuşlarında olduğu gibi kemiklerinin içi boş.
3. Günümüze yakın tarihlere kadar pek çok uçucu kuşta da dişler bulunmuştur. Dişler, evrimleşme delili değildir.
4.Bugün de kanatlarında benzer pençeleri olan kuş türleri yaşamaktadır.
5. Bulunan 7. Archæopteryx fosilinde göğüs kemiğinin olduğu görülmüştür. Göğüs kemiğinin varlığı bu kuşun uçabildiğini kanıtlar. Archæopteryx bir ara form değildir.
İşin en önemli yanı
ise, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların diş
yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları gibi
gösterilmeye çalışılan dinozorların
diş yapılarından çok farklı olmasıdır. Martin, Stewart ve
Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptığı ölçümlere göre, Archæopteryx'in ve
diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu
kuşların atası olduğu iddia edilen theropod dinozorlarının dişlerinin üstü
testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri dardır.59
Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile
dinozorların bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve arada hiçbir benzerlik
olmadığını ortaya koymuşlardır.60
Archæopteryx'in dinozorlardan
evrimleştiğini iddia eden en bilinen kişilerden John Ostrom'un, bu canlı ile
dinozorlar arasında öne sürdüğü bazı "benzerlik"lerin ise gerçekte
birer yanlış yorum olduğu Tarsitano, Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin
çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.61
Tüm bunlar, Archæopteryx'in
bir ara geçiş formu olmadığını; sadece "dişli kuşlar" olarak
isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir.
Bütün bunların yanı sıra, A. D. Walker, Archaeopteryx'in
kulak bölgesini de incelemiş ve kulak yapısının günümüz kuşları ile aynı olduğunu
belirtmiştir.
Wales Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri Enstitüsü'nden J. Richard
Hinchliffe ise embriyolar üzerinde modern izotopik teknik kullanarak, kuşların
kanatlarının II, III ve IV. parmaklardan oluşurken, Theropod dinozorlarının
ellerinin I, II ve III. parmaklardan oluştuğunu saptamıştır. Bu Archæopteryx-dinozor
bağlantısını savunanlar için büyük bir problemdir. Hinchliffe'nin araştırma ve
gözlemleri, ünlü bilim dergisi Science'da yayınlanmıştır.62

Günümüzde yaşayan, Turaco ve Hoatzin isimli iki uçucu kuş türünün yavrularında dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuşturlar. Dolayısıyla Archæopteryx'in pençelerinden yola çıkarak yapılan evrimci spekülasyonlar geçersizdir.
Archæopteryx ve Diğer Eski Kuş Fosilleri
Evrimciler on
yıllardır Archæopteryx'i
kuşların evrimi senaryosunun en büyük delili olarak gösterirken, son dönemlerde
bulunan bazı fosiller bu senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya
koydu.
Bunların başlıcası, 2013 yılında Çin'de bulunan Aurornis xui
idi. Archæopteryx'den
en az 10 milyon yıl daha eski olan bu kuş fosili, dinozorlardan evrimleştiği
iddia edilen kuşların kökeni ile ilgili evrimci görüşe önemli bir darbe vurdu.
Kuşun sadece dişleri ve pençeleri değil, kanat ve ayakları da Archæopteryx'e
benzerlik göstermekteydi.
1995 yılında Çin'de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü'nde
araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak
isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. Archæopteryx ile
aynı yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve
tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı
da günümüz kuşlarıyla aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te
olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle"
isimli yapı bu kuşta da görülüyordu. Kısacası, evrimciler tarafından tüm
kuşların en eski atası sayılan ve yarı–sürüngen kabul edilen Archæopteryx'le aynı
yaşta olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in bütün
kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri de çürütüyordu.63
Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da
karıştırdı. 130 milyon yıl yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı Hou,
Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle
duyuruldu. Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu
göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından
farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların,
hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını
gösteriyordu.64

2013 yılında keşfedilen ve Archeaopteryx'den en az 10 milyon yıl eski bir kuş fosili olan Auornis xui, evrimcilerin iddialarını yerle bir etmiştir.
Nitekim Alan Feduccia,
Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin
dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.65
Archæopteryx'le ilgili evrimci
iddiaları çürüten bir başka fosil ise Eoalulavis oldu. Archæopteryx'ten 30
milyon yıl daha genç yani 120 milyon yıl yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in
kanat yapısının aynısı, günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120
milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların
göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.66
Böylece Archæopteryx ve
diğer arkaik kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış
oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini
göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri
bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu kuşların
bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx'in soyları tükenmiş,
günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmişti.
Kısacası Archæopteryx'in
birtakım özgün özellikleri, bu canlının bir "ara form" olduğunu
göstermemektedir. Nitekim sıçramalı evrim teorisinin savunucularından Harvard
paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de, Archæopteryx'in
farklı özellikleri bünyesinde barındıran bir "mozaik" canlı olduğunu,
ama asla bir ara form sayılamayacağını kabul etmektedirler.67
Öte yandan "zamanlama uyumsuzluğu" da, Archaeopteryx
hakkındaki evrimci iddialara öldürücü bir darbe indirmektedir. Amerikalı
biyolog Jonathan Wells de Icons of Evolution (Evrimin İkonaları) adlı
kitabında, Archaeopteryx'in evrim adına adeta bir "ikona" (kutsal
sembol) haline getirildiğini, oysa delillerin bu canlının "kuşların ilkel
atası" olmadığını açıkca gösterdiğini vurgular. Wells'e göre bunun
göstergelerinden biri, Archaeopteryx'in atası olarak gösterilen theropod (iki
ayaklı) dinozorların, aslında Archaeopteryx'ten daha genç olmalarıdır:
Yerde koşan koşan iki ayaklı dinozorlar, (fosil kayıtlarında)
Archaeopteryx'ten daha sonra ortaya çıkarlar.68

Hayali Kuş-Dinozor Bağlantısı
Archæopteryx'i
ara form olarak göstermeye çalışan evrimcilerin iddiası, başta da belirttiğimiz
gibi kuşların dinozorlardan evrimleştiğidir. Oysa dünyanın en önde gelen
kuşbilimcilerinden biri olan Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan
Feduccia, bir evrimci olmasına karşılık, kuşların dinozorlarla akraba olduğu
teorisine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia, şöyle der:
25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla
aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların
dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.69
Kansas Üniversitesi'nde eski kuşlar üzerinde uzman olan Larry
Martin de kuşların dinozorlarla aynı soydan geldiği teorisine karşı
çıkmaktadır. Martin, evrimin bu konuda içine düştüğü çelişkiden söz
ederken, "doğrusunu
söylemek gerekirse, eğer dinozorlarla kuşların aynı kökenden geldiklerini
savunuyor olsaydım, bunun hakkında her kalkıp konuşmak zorunda oluşumda utanıyor olacaktım"70 demektedir.
Kısacası, yegane temelini Archæopteryx'e
dayandırmaya çalışan "kuşların evrimi" senaryosu, sadece ve sadece
evrimcilerin önkabullerinin ve hayal güçlerinin bir ürünüdür ve yeni bilimsel
bulgularla çöküşe uğramıştır.

"Kuşların evrimi" senaryosu, evrimcilerin sahte spekülasyonlarından ibarettir ve bilimsel hiçbir delili yoktur. Dinozordan kuşa geçiş hikayesi, bilim tarihinin en büyük hezimetlerinden biridir.
Sineklerin Kökeni Nedir?
Evrimciler, dinozorların kuşlara dönüştüğünü iddia ederken, sinek avlamak için önayaklarını birbirine çırpan bazı dinozorların sağdaki resimde görüldüğü gibi "kanatlanıp havalandıklarını" öne sürerler.
Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sadece hayal gücünün bir ürünü olan bu teori, aynı zamanda çok ilkel bir mantık çelişkisi de içermektedir. Evrimcilerin burada uçuşun kökenini açıklamak için gösterdiği örnek, yani sinek, zaten mükemmel bir uçma yeteneğine sahiptir.
İnsan saniyede 10 kere bile kolunu açıp kapayamazken, bir sinek, saniyede 500 kez kanat çırpma yeteneğine sahiptir. Üstelik her iki kanadını eşzamanlı olarak çırpar. Eğer kanatların titreşimi arasında en ufak bir uyumsuzluk olsa sinek dengesini yitirecektir ama hiçbir zaman böyle bir uyumsuzluk olmaz.
Evrimciler ise, sineğin bu mükemmel uçuş yeteneğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaları gerekirken, sineği çok daha hantal bir varlığın yani sürüngenin uçuşunun nedeni olarak gösteren hayali senaryolar üretmektedirler.
Oysa sadece sinekteki üstün yaratılış bile evrimin iddiasını geçersiz kılar. İngiliz biyolog Wootton Robin, "Sinek Kanatlarının Mekanik Tasarımı" başlıklı bir makalede şöyle yazar:
"Sinek kanatlarının işleyişini öğrendikçe, sahip oldukları tasarımın ne denli hassas ve kusursuz olduğunu daha iyi anlıyoruz... Son derece elastik özelliklere sahip parçalar, havanın en iyi biçimde kullanılabilmesi için, gerekli kuvvetler karşısında gerekli esnekliği gösterecek biçimde hassasiyetle bir araya getirilmişlerdir. Sinek kanatlarıyla boy ölçüşebilecek teknolojik bir yapı yok gibidir."1
Öte yandan, sineklerin hayali evrimine delil oluşturabilecek tek bir fosil bile yoktur. Ünlü Fransız zoolog Grassé "böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz" derken bunu itiraf eder.2
--------------------------
1. J. Robin Wootton, "The Mechanical Design of Insect Wings", Scientific American, Cilt 263, Kasım 1990, s. 120
2. Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 30

Kuş tüyleri detaylı olarak incelendiğinde, birbirine özel kancalarla tutunan binlerce küçük tüycük ortaya çıkar. Bu eşsiz yaratılış, çok üstün bir aerodinamik özellik oluşturmaktadır.


Memelilerin KökeniEvrim teorisi, daha önce
de belirttiğimiz gibi, denizden evrimleşerek çıkan hayali birtakım canlıların
sürüngenlere dönüştüğünü, kuşların da sürüngenlerin evrimleşmesiyle oluştuğunu
iddia eder. Aynı senaryoya göre sürüngenler yalnızca kuşların değil, aynı
zamanda memelilerin de atasıdırlar. Oysa vücutları pullarla kaplı, soğukkanlı
ve yumurtlayarak çoğalan sürüngenler ile, vücutları tüylü, sıcakkanlı ve
doğurarak çoğalan memeliler arasında çok büyük yapısal uçurumlar vardır.
Bu uçurumların bir örneği, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde
alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler bu kemiğin üzerine oturur.
Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunur.
Bir başka temel farklılık, tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik
(örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde
orta kulakta tek bir kemik yer alır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen
kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia ederler.
Bu akıl almaz dönüşümün nasıl gerçekleştiği sorusu elbette cevapsızdır.
Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve
işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur.

A. MEMELİ
1. Kafatası Kemiği
2. Alt Çene
3. İç Kulak
4. Üzengi Kemiği
5. Örs Kemiği
6. Çekiç Kemiği
7. Kulak Zarı
B. SÜRÜNGEN
1. Kafatası Kemiği
8. Kas
9. Eklem
2. Alt Çene
3. İç Kulak
4. Üzengi Kemiği
7. Kulak Zarı
Yukarıdaki şemada, sürüngen ile memeli çene kemiği ve orta kulak kıyaslaması görülebilmektedir. İki tür arasındaki uçurum olağanüstü büyüktür.
Nitekim sürüngenlerle
memelileri birbirine bağlayabilecek tek bir ara form fosili dahi bulunamamıştır.
Bu yüzden evrimci paleontolog Roger Lewin, "ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir
sırdır" demek zorunda kalır.71
20. yüzyılda Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan
George Gaylord Simpson ise, evrimciler açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği
şöyle ifade eder:
Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik
Çağı'nın, yani sürüngenler
devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün
başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği
bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu
kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği
yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri
ise yok gibidir.72
Dahası, aniden ortaya çıkan memeliler birbirlerinden çok
farklıdırlar. Yarasa, at, sincap ve balina gibi son derece farklı canlıların
hepsi memelidir ve aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Bu canlıların aralarında
evrimsel bir bağ kurmak, en geniş hayal gücü içinde bile imkansızdır. Evrimci
zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:

Memeliler
sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik
bağlar) kurmak için
bilgi arayanlar, hayal kırıklığına uğrayacaktır.73
Tüm bunlar göstermektedir ki, canlılar yeryüzünde her zaman için
arkalarında hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz bir biçimde
ortaya çıkmışlardır. Bu, yaratılmış olduklarının çok somut bir ispatıdır.
Evrimciler ise, canlı türlerinin yeryüzünde belirli bir sıra ile ortaya çıkmış
olmalarını, evrimleşmiş olduklarının göstergesi gibi yorumlamaya çalışırlar.
Oysa canlıların yeryüzündeki ortaya çıkış sıralamaları, ortada hiçbir evrim
olmadığına göre, bu canlıların yaratıldıkları dönemlere işaret eder. Fosiller,
yeryüzünün, üstün ve kusursuz bir yaratılışla, önce denizlerde sonra da karada
yaşayan canlılarla doldurulduğunu ve bütün bunların ardından da insanoğlunun
var edildiğini göstermektedir.
İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığı da -büyük bir kitle telkiniyle
kabul ettirilmeye çalışılan "maymunsu insan" masalının aksine- bir
anda ve eksiksiz bir biçimde olmuştur.
Evrimciler bütün memeli türlerinin ortak bir atadan geldiğini öne sürerler. Oysa ayı, balina, sincap ya da yarasa gibi farklı memeli türleri arasında büyük farklılıklar vardır. Dahası bu canlıların çok özel tasarlanmış sistemleri bulunur. Örneğin yarasalar, karanlıkta yol bulmalarını sağlayan çok hassas bir sonar sistemiyle yaratılmışlardır. Modern teknolojinin taklit etmekle yetindiği bu gibi kompleks sistemlerin, evrimin iddia ettiği gibi rastlantılarla ortaya çıkması mümkün değildir. Nitekim fosil kayıtları, yarasaların bugünkü kusursuz yapılarıyla bir anda ortaya çıktıklarını ve hiçbir evrim geçirmediklerini göstermektedir.


Atın Evrimi Senaryosu
Yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen fosil sıralamalarının en başında, atın sözde evrimine ait olduğu öne sürülen hayali bir sıralama gelmekteydi. Oysa bugün pek çok evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul eder. Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını ilk itiraf eden kişidir:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.1
Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi senaryosundaki bu önemli açmazı dile getirirken aslında tüm teorinin fosil kayıtlarındaki en büyük çıkmazını, "ara-geçiş formları çıkmazı"nı gündeme getirmiştir.
Evrimci Dr. Niles Eldredge atın evrimi şeması hakkında şunları söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala (müzenin) alt katında duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ama şimdi, bu iddiaları ortaya atanların yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduğunu düşünüyorum.2

Üstte görülen ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde bulunan bu sözde at serisi, değişik devirlerde değişik coğrafyalarda yaşamış farklı hayvan türlerinin taraflı bir bakış açısıyla, keyfi olarak birbiri ardına dizilmesiyle oluşturulur. Aşağıda da görülen atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı yoktur.
Peki "atın evrimi" senaryosunun dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan düzmece şemalarla ortaya atılmıştır. Değişik araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla değişik atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen Devri'nde yaşamış "Eohippus" (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan "Hyrax" isimli hayvanın aynısıdır.3
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus Nevadensis ve Equus Occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.4 Bu, günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın evrimi diye bir sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının en açık kanıtıdır. Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery adlı kitabında at serileri hikayesinin aslını şöyle anlatır:
Darwinizm'in belki de en ciddi zaafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin bir araya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.5
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymuştur. Bu durum, evrim teorisinin ne derece elle tutulur, ciddiye alınacak bir teori olduğunu göstermesi ve savunucularının amaç ve yöntemlerini gözler önüne sermesi açısından oldukça önemlidir.
1. Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, Bölüm 4, s. 15.
2. Harper's Magazine, Şubat 1985, s. 60.
3. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, s. 30-31
4. Hitching, a.g.e., s. 30-31
5. Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, London: Sphere Books, 1984, s. 230
Dipnotlar
56 Engin Korur, "Gözlerin ve Kanatların Sırrı", Bilim ve Teknik, Sayı 203, Ekim 1984, s. 25
57 Nature, cilt 382, 1 Ağustos 1996, s. 401
58 Carl O. Dunbar, Historical Geology, New York: John Wiley and Sons, 1961, s. 310
59 L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, Cilt 98, 1980, s. 86
60 L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, Cilt 98, 1980, s. 86; L. D. Martin "Origins of Higher Groups of Tetrapods", Ithaca, New York: Comstock Publising Association, 1991, s. 485, 540
61 S. Tarsitano, M. K. Hecht, Zoological Journal of the Linnaean Society, Cilt 69, 1985, s. 178; A. D. Walker, Geological Magazine, Cilt 177, 1980, s. 595
62 Richard Hinchliffe, The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?, Science, Vol 278, no 5338, 24 Ekim 1997, s. 596-597
63 Pat Shipman, "Birds do it... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31
64 "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997
65 a.g.m.
66 Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997 s. 28
67 S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3, 1977, s. 147
68 Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117
69 Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 28
70 Shipman, a.g.e., s. 28
71 Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, cilt 212, 26 Haziran 1981, s. 1492
72 George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42
73 Eric Lombard, "Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer", Evolution, Cilt 33, Aralık 1979, s. 1230
Bölüm 7: Evrimcilerin Taraflı ve Aldatıcı Fosil Yorumları
İnsanın evrimi efsanesinin
detaylarına girmeden önce, tarihte yarı maymun-yarı insan canlıların yaşadığı
fikrini toplumun önemli bir bölümüne kabul ettiren propaganda yöntemine
değinmek gerekir. Bu propaganda yöntemi, evrimcilerin fosilleri kullanarak
yaptıkları "rekonstrüksiyon"lardır.
Rekonstrüksiyon "yeniden inşa" demektir ve sadece bir kemik parçası
bulunmuş olan canlının resminin ya da maketinin, sanatçının hayal gücüne göre
oluşturulmasıdır. Gazetelerde, dergilerde, filmlerde gördüğünüz sözde
"maymun adam"ların her biri birer rekonstrüksiyondur.
İnsanın evrimi senaryosuna delil atfedilen fosiller büyük bir
sahtekarlık ürünüdür. Evrimciler 1.5 asıra yakın bir dönemden bu yana tek bir
ara geçiş formu ortaya koyamamışlardır. Bu yüzden evrimciler tarafından fosil
kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar, tamamen evrim
ideolojisinin gereklerine uygun olarak tasarlanırlar. Harvard Üniversitesi
antropologlarından David Pilbeam, "benim uğraştığım paleoantropoloji alanında daha önce
edinilmiş izlenimlerden oluşmuş teori, daima
gerçek verilere baskın çıkar" derken
bu gerçeği vurgular.74 İnsanlar
görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayal gücüyle
rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına
inandırabilmektir.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kemik kalıntılarına
dayanılarak yapılan çalışmalarda sadece eldeki objenin çok genel özellikleri
ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar, zaman içinde kolayca
yok olabilen yumuşak dokulardır. Evrime inanmış bir kimsenin bu yumuşak
dokuları istediği gibi şekillendirip ortaya hayali bir yaratık çıkarması çok
kolaydır. Harvard Üniversitesi'nden Earnest A. Hooten bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir.
Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir
bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal
kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski
insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiçbir bilimsel değere sahip
değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla
kullanılırlar... Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.75
Evrimciler bu konuda o denli ileri gitmektedirler ki, aynı
kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Australopithecus robustus
(Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden
tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon, bunun ünlü bir örneğidir.
Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar
yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını
gösteren deliller arasında sayılabilir. Ancak evrim teorisinin tarihinde,
bunlardan çok daha somut sahtekarlıklar yer almaktadır.
Evrimciler, rekonstrüksiyonlarda burun ve dudakların yapısı, saçların şekli, kaş biçimi gibi çoğunlukla fosil izi bırakmayan özellikleri kasıtlı olarak evrimi destekleyici nitelikte şekillendirirler. Ortaya çıkardıkları hayali varlıkları, sözde maymunsu aileleriyle yürürken, avlanırken veya günlük hayatın başka bir kesitinde gösteren ayrıntılı resimler hazırlarlar. Oysa bu çizimler tamamen birer hayal ürünüdür. Bir diş veya kaval kemiği fosilinden yola çıkarak yapılan üretimler, bilinçaltı manipülasyon tekniğidir.

1. Junior Larousse Temel Bilgi Ansiklopedisi, cilt 1 s. 94
2. Geheimnisse Der Urzeit, Tiere und Menschen (Prehistorik Hayvanların ve İnsanların Sırları), s. 200
3. Junior Larousse Temel Bilgi Ansiklopedisi, cilt 1 s. 96


National Geographic, Mart 1996

Ayni Kafatasindan Yola Çikilarak Yapilan 3 Ayri Kafatasi Çizimi
1. 5 Nisan 1964 tarihli - Sunday Times'da yer alan çizim.
2. Maurice Wilson'un çizimi.
3. N. Parker'ın çizimi. N.Geographic, Eylül 1960
Dipnotlar
74 David Pilbeam, "Rearranging Our Family Tree", Nature, Haziran 1978, s. 40
75 Earnest A. Hooton, Up From The Ape, New York: McMillan, 1931, s. 332
Bölüm 8: Evrim Sahtekarlıkları
Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen sözde "maymun insan" imajını destekleyecek hiçbir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu "çözmek" için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri "üretmek" olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.
Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen sözde "maymun insan" imajını destekleyecek hiçbir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu "çözmek" için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri "üretmek" olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.
Piltdown Adamı: İnsan Kafatasına Orangutan Çenesi!
Ünlü
bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912
yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve
bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun
çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu
örneklere "Piltdown Adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih
biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi.
40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve
çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500'ü aşkın akademisyen,
Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.76 Ünlü Amerikalı paleoantropolog Henry
Fairfield Osborn da 1935'te British Museum'u ziyaretinde, "doğa sürprizlerle
dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş" diyordu.77 Oysa gerçek, kısa bir süre sonra
anlaşılacaktı.
1949'da British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley
yeni bir yaş belirleme metodu olan "flor testi" metodunu, eski bazı
fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde
de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown
Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin
toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor
içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı.
Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik
araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene
kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan
ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.78 Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle
bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir
insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti!
Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel
olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da
bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti.
Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya
çıkaran ekipten Le Gros Clark "dişler
üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar
açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış
olabilir?" diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.79 Tüm bunların üzerine "Piltdown
Adamı", 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum'dan
alelacele çıkarıldı.

Piltdown Adamı Sahtekarlığının gelişim öyküsü:
1- Fosiller Charles Dawson tarafından "bulundu" ve Sir Arthur Smith Woodward'a verildi.
2- Parçalar ünlü kafatasını oluşturmak üzere birleştirildi.
a. İnsan kafatası parçaları
b. Orangutan çene kemiği
3- Bu kafatası hakkında birçok çizim ve rekonstrüksiyon yapıldı, 500'e yakın makale yazıldı. Orijinal kafatası British Museum'da 40 yıl sergilendi.
4- 40 yıl sonra Piltdown fosilinin bir sahtekarlık ürünü olduğu, insan kafatasına yeni ölmüş bir orangutan çenesinin eklenmesiyle oluşturulduğu ortaya çıktı.
Nebraska Adamı: Bir Domuz Dişi
1922'de,
Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki
Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu
açıkladı. Bu dişin, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşıdığını iddia
etti. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı.
Bazıları bu dişi Pithecanthropus
erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha
yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalara neden olan bu fosile
"Nebraska Adamı" adı verildi. "Bilimsel" ismi de hemen takıldı: "Hesperopithecus
haroldcooki".
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska
Adamı'nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta
daha da ileri gidilerek Nebraska Adamı'nın, eşinin ve çocuklarının doğal
ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler
bu "hayalet
adamı" o derece
benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine
dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün
şimşekleri üzerine çekti.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni
parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, "prosthennops"
isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu
anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde
yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: "Görüldüğü
kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan." 80 Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki'nin
ve "ailesi"nin
tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.

SAHTE
1. Domuz Dişi
En üstteki resim tek bir diş parçasına dayanılarak çizilmiş ve Illustrated London News dergisinin 24 Haziran 1922 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Tek bir dişten, canlının kendisi, hatta ailesi resmedilmişti. Bir süre sonra bu dişin, soyu tükenmiş bir domuza ait olduğunun anlaşılması, evrimci sahtekarlıkların ne boyutlara gelebileceğini gösterdi.
Ota Benga: Kafese Konulan Afrikalı Yerli
Darwin İnsanın Türeyişi adlı
kitabıyla, insanın maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini iddia ettikten
sonra, bu senaryoyu destekleyecek fosil arayışı başladı. Ancak bazı evrimciler
"yarı maymun-yarı insan" canlıların sadece fosil kayıtlarında değil,
dünyanın farklı bölgelerinde canlı olarak da bulunabileceğine inanıyorlardı.
20. yüzyılın başlarında bu "canlı ara
geçiş formu" arayışları bazı vahşetlere
neden oldu. Bu vahşetlerden biri, Ota Benga adlı pigmenin hikayesiydi.
Ota Benga, 1904 yılında, Samuel Verner adlı evrimci bir araştırmacı
tarafından Kongo'da bulundu. Adı, kendi dilinde "dost" anlamına
geliyordu; Ota, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi,
kafese kondu ve ABD'ye götürüldü. Buradaki evrimci bilim adamları, St. Louis
Dünya Fuarı'nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak "insana en
yakın ara geçiş formu" olarak
teşhir ettiler. İki yıl sonra ise New York'taki Bronx Hayvanat Bahçesi'ne
götürdüler ve birkaç şempanze, Dinah adı verilen bir goril ve Dohung adı
verilen bir orangutan ile birlikte "insanın eski ataları" adı
altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin evrimci müdürü Dr. William T.
Hornaday, bu nadide "ara geçiş formu"na
sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış,
ziyaretçiler de kafese konan Ota Benga'ya sıradan bir hayvan gibi
davranmışlardı. Ota Benga, sonunda maruz kaldığı uygulamaya dayanamayarak
intihar etti. 81
Piltdown Adamı, Nebraska Adamı ya da Ota Benga... Tüm bu
skandallar, evrimci bilim adamlarının kendi teorilerini ispatlamak adına, bilim
dışı hiçbir yöntemi kullanmaktan çekinmediklerini göstermektedir. Bu durumun
bilincinde olarak"insanın
evrimi" efsanesinin diğer sözde
delillerine baktığımızda ise, yine benzer bir durumla karşılaşırız: Ortada,
tümüyle gerçek dışı olan bir hikaye ve bu hikayeyi desteklemek için her yola
başvurabilecek evrimci gönüllüler vardır.

375 Milyon Yıllık Timsah: Tiktaalik roseae
2004 yılında paleontologlar Neil Shubin ve Edward Daeschler tarafından Kanada'nın kutup bölgesinde bulunan bir fosil, Tiktaalik roseae olarak isimlendirildi. Fosilin yaşı yaklaşık 375 milyon yıl olarak tahmin edildi. Sudan karaya geçiş masallarına aday arayışındaki evrimciler, fosilin eşsiz bir "ara form" olduğunu iddia ettiler ve yerlere göklere sığdıramadılar.
2004 yılında paleontologlar Neil Shubin ve Edward Daeschler tarafından Kanada'nın kutup bölgesinde bulunan bir fosil, Tiktaalik roseae olarak isimlendirildi. Fosilin yaşı yaklaşık 375 milyon yıl olarak tahmin edildi. Sudan karaya geçiş masallarına aday arayışındaki evrimciler, fosilin eşsiz bir "ara form" olduğunu iddia ettiler ve yerlere göklere sığdıramadılar.
Sevinçleri ise kısa sürdü. Tiktaalik roseae hakkında birkaç
yıl süren evrimci aldatmaca, kısa bir analiz sonucunda ortaya çıkarıldı.
Anlaşıldı ki, şimdiye dek garip görünümlü kolları ve tüm bedeni ile oldukça
kapsamlı şekilde resmedilen, rekonstrüksiyonları hazırlanan ve bu hayal ürünü
rekonstrüksiyonları müzelerde sergilenen, yıllarca kitaplarda ara fosil olarak
tanıtılan Tiktaalik
roseae fosili aslında yalnızca bir kafatasından ibaretti.
Kafatasına eklenen diğer kemiklerin hiçbiri bu canlıya ait değildi; fosilce
zengin olan aynı katmanlarda bulunmuş başka canlılara ait kemiklerden
oluşmaktaydı.

Resimde altta görülen kafatası fosili üzerinden spekülasyon yapan evrimciler, üstteki gibi hayali bir yürüyen hayvan kurgulamışlardır. Böyle bir hayvan, gerçekte hiçbir zaman yaşamamıştır.
Bu canlı ile
bağdaştırılmaya çalışılan yüzgeç parçaları da aynı katmanlarda yaşayan diğer
balık fosillerine aitti. Bunlar kasıtlı olarak, bulunan kafatası ile bağlantılı
gibi gösterilmeye çalışılmıştı. Bu yolla Tiktaalik roseae sahte bir ara
fosil haline getirilmişti.
Dolayısıyla canlının kafatası ve ona yerleştirilen diğer
parçalar üzerinden yapılan spekülasyonların tamamı sahteydi.
Kafatasına ait tüm özellikler timsaha ait özelliklerdi: Gözler
birbirine yakın ve üstteydi, kafatası yassıydı, ayrıca kafatası gövdeden ayrı
hareket edebilmekteydi. Keskin dişler ve genel görünüm tam anlamıyla timsaha
özgüydü. Canlının görünümü, günümüzde Çin'de yaşayan alligator sinensis türü
timsah ile birebir aynı idi. Dolayısıyla bütün bunlardan anlaşılabileceği
gibi Tiktaalik
roseae, bir timsah türünden başka bir şey değildir. Evrimciler, söz
konusu kafatasına farklı canlılara ait kemikler ekleyerek bunu hem sahte bir
ara fosil haline getirmeye çalışmış hem de günümüze kadar değişmemiş olan bir
yaşayan fosil örneğini kendilerince ortadan kaldırmak istemişlerdir.
Buradaki sahtekarlığı, Tiktaalik
roseae'nın rekonstrüksiyonunu hazırlayan sanatçının izahlarından da
anlamak mümkündür. Chicago Üniversitesi'nden Tyler Keillor, fosilin
rekonstrüksiyonunu hazırlarken, canlının görünümünün denizden karaya geçiş
masalına uygun olması için hem amfibiye hem de balıklara benzeyen ama gerçekte
var olmayan bir canlıyı,
tamamen hayal gücüyle yeni baştan oluşturduğunu açıkça
ifade etmektedir.

Evrimciler, sadece bir kafatası fosilinden ibaret olan Tiktaalik'i, resimlerde görüldüğü şekilde sudan karaya geçmeye çalışan hayali bir canlı olarak resmetmiş, yüzgeçlerin ayaklara dönüştüğü izlenimi vermek için sahte çizimlere başvurmuşlardır. Oysa canlının rekonstrüksiyonunu yapan sanatçı, canlının bedenini kendisinin hayal gücüne dayanarak inşa ettiğini açıkça ifade etmiştir.
Keillor, söz konusu
canlının dokularını da kendisinin belirlediğini, tek bir fosil kalıntısından
bir canlı görünümü meydana getirebilmek için çok fazla spekülasyona ihtiyaç
olduğunu da rahatlıkla ifade etmiştir.82
Tamamen timsah özellikleri gösteren bir kafatasını, evrimci bir
sanatçının evrim ideolojisi doğrultusunda garip görünümlü sahte bir ara form
haline getirmesi, görüldüğü gibi hiç de zor olmamaktadır. Yıllardır sürüp
giden Tiktaalik
roseae aldatmacası, işte bu basit kandırma yöntemi yoluyla
milyonlara ulaştırılmıştır.
Konu hakkında fazla bilgisi olmayan bazı insanlar,
Darwinistlerin bilimsel yollarla hareket ettiği yanılgısına düşerek, gerçekten
de bir ara fosilin bulunduğu ve canlının gerçek görünümü ile sergilendiği
izlenimine kapılmışlardır. Oysa elde yalnızca bir timsah kafatası, bu
kafatasının yakınlarında bulunmuş çeşitli balıklara ve diğer canlılara ait
kemik ve yüzgeç parçaları ve bir sanatçının evrim hikayelerine göre
yönlendirilen hayal gücü vardır.
Gerçekte, Tiktaalik
roseae, günümüzde de örnekleri bulunan mükemmel bir timsah türüdür.
375 milyon yıl önce yaşamıştır ve günümüzdeki timsah türleri ile tamamen
aynıdır.

Sadece bir kafatasından ibaret olan Tiktaalik, günümüzde Çin'de yaşayan Alligator sinensis türü timsah ile birebir aynıdır.
Mükemmel Bir Lemur: Ida
Doğabilimci David Attenborough, 2009 yılında
"evrimin kayıp halkasının artık kayıp olmadığı" iddiasıyla ortaya
çıktı ve Almanya'da bulunan 47 milyon yıllık bir lemur fosilini insanın hayali
atası olarak duyurdu.
%95'i korunmuş ve iç organları bile fosilleşmiş olan
bu canlı, aslında mükemmel bir canlı idi. Yapısında tek bir tane bile yarı
gelişmiş, eksik veya işlevsiz yapı yer almamaktaydı. Dolayısıyla bir ara form
olarak kabul edilmesi imkansızdı. Fakat buna rağmen evrimci medya, bu fosili
sahiplendi. Science Daily fosil için "olağandışı" açıklamasını
yapıyordu. Sky News ise daha da ileri giderek fosili "dünyanın sekizinci
harikası" ilan etmişti. Darwinist David Attenborough, "bu canlı bize
diğer memelilerle olan bağlantımızı gösterecek" diyor ve ardından,
"kayıp olduğu söylenen halka, artık kayıp değil" açıklamasını
yapıyordu. Attenborough'un yanıldığı nokta ise, mükemmel bir lemur fosilini
insanın hayali atası zannetmesiydi.
Darwinistlerin fosil üzerinde spekülasyonlarına sebep
olan şey, fosil üzerinde bulmadıklarıydı! Ida ismi verilen
fosil bir lemura aitti, fakat günümüz lemurlarından biraz daha farklı diş ve
pençe yapısına sahipti. Dolayısıyla geçmişte yaşamış ve soyu tükenmiş bir lemur
türünü temsil ediyordu. Evrimciler söz konusu fosil ile ilgili gerçeklerin
ortaya çıkmasından korktukları için işte şu gerçeklere değinmemişlerdi:
1. Fosilin %95'i tamdır. Dolayısıyla
canlının, iç organları dahil, tüm detaylarını inceleyebilmek mümkün olmuştur.
Canlı, türlere has değişkenlik gösteren birkaç detay dışında tüm özellikleriyle
mükemmel bir lemur türüdür.

Mükemmel şekilde korunmuş bir fosil olan Ida, tüm özellikleriyle tartışmasız şekilde bir lemura aittir.
2. Darwinist yayınlar, Ida'nın bükülebilen baş parmağının olduğunu ve bu özelliğin diğer memelilerden farklı ama insan ile aynı olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bugün yaşayan lemurların da başparmakları bu şekildedir.
3. Aynı şekilde Darwinistler Ida'nın tırnaklarının olmasını da iddialarına delil olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa diğer primatların da tırnakları bulunmaktadır.
4. Darwinistler Ida'nın ayak bileği kemiğinin "insanınki ile aynı olduğunu" iddia etmişlerdir. Oysa canlının ayak yapısı insanınkinden tümüyle farklıdır. Ayaklardaki tek bir kemiğin benzetilerek diğer farklılıkların ihmal edilmesi, evrimci propagandanın en bilindik yöntemidir.
5. Darwinistler günümüz lemurlarının aksine, fosilin çenesinin ön kısmında sık dişlerin bulunmadığını ve ayrıca tımar pençesinin olmadığını belirtmiş ve bunu iddialarına delil olarak göstermeye çalışmışlardır. Oysa canlının dişleri, maymun dişleri ile benzerlik göstermektedir. Tımar pençesinin olmaması ise türe has bir özelliktir. Bazı özelliklerin, türlere has varyasyonlar barındıran soyu tükenmiş bir lemurda bulunmaması, bu canlının evrimleştiğinin delili değildir; "insanın hayali atası olduğunun" ise hiçbir şekilde delili değildir. Canlının dişleri de parmakları da mükemmeldir. Canlı, evrimleşmekte olan, yarı gelişmiş, eksik veya anormal tek bir özellik bile sergilememektedir.
6. Fosil aslında 1983 yılında bulunmuştur. Bu büyük sansasyonun yapılması için ise tam 26 yıl beklenmiştir. Bu uzun bekleyişin sebebi, muhtemelen evrimcilerin en ihtiyaç duydukları anda, tamamen çökmüş ve yıkılmış oldukları anda, fosilin spekülasyon malzemesi olarak kullanılacak olmasıdır. Fosil, herhangi bir lemur fosili olarak niteliğini korurken, birdenbire, Darwinistlerin en büyük hayali buluşu haline getirilmiştir.

Chris Beard'ın (2) New Scientist dergisindeki "Why Ida Fossil is Not The Missing Link?" (Ida Fosili Neden Kayıp Halka Değil?) başlıklı makalesi
Evrimci
bilim adamlarının bazıları bile, bu yaygarayı garipsediler. Nature dergisinin
baş editörü Henry Gee, "kayıp halka" teriminin bu canlı için
kullanılmasının yanıltıcı olacağını açık bir dille ifade etmişti. Johns Hopkins
Üniversitesi Carnegie Doğa Tarihi Müzesi paleontologlarından Chris Beard, "bu fosilin,
BİZE İNANDIRMAK İSTEDİKLERİNİN AKSİNE, ne maymunlarla ne de insan ile bir
bağlantısı yoktur" diye belirtmektedir.83
Chris Beard'ın New Scientist dergisindeki "Why Ida Fossil
is Not The Missing Link?" (Ida Fosili Neden Kayıp Halka Değil?) başlıklı
makalesinde, Ida'nın insana benzer herhangi bir özellik göstermediği,
dolayısıyla kayıp halka olarak nitelendirilemeyeceği açıkça belirtilmektedir.
Üzerinde ne kadar araştırma yapılırsa yapılsın, evrimci Beard'a göre fosil Ida
bu anlamda hiçbir şekilde dünyanın sekizinci harikası değildir. Beard, bunun
yerine, söz konusu fosilin bize biyoloji hakkında bilgiler verecek tam ve
mükemmel bir fosil olduğunu açıkça belirtmektedir.84
Duke Üniversitesi'nden paleontolog Richard Kay, "Ida'nın
kayıp halka olduğuna dair iddiaları destekleyecek elde hiçbir bilimsel analiz
olmadığını" açıkça
itiraf etmektedir.85 Yine Duke Üniversitesi
paleoantropologlarından Elwyn Simons, Ida'nın bize, daha önce bilmediğimiz yeni
bir bilgi sağlamadığını belirtmiştir.86

Evrimcilerin bile "medya sirki" diyerek utanç duydukları Ida'nın ara form olduğuna dair spekülasyonlar, evrim tarihinde bir sahtekarlık olarak yerini almıştır.
Dipnotlar
76 Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids, Eerdmans, 1980, s. 59
77 Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44
78 Kenneth Oakley, William Le Gros Clark & J. S, "Piltdown", Meydan Larousse, Cilt 10, s. 133
79 Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44
80 W. K. Gregory, "Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man", Science, Cilt 66, Aralık 1927, s. 579
81 Philips Verner Bradford, Harvey Blume, Ota Benga: The Pygmy in The Zoo, New York: Delta Books, 1992
82 "Building Tiktaalik", https://www. youtube.com /watch?v=MkOy1XU0cbY
83 "The Missing Link?", ABC News television, 20 Mayıs 2009
84 Chris Beard, "Why Ida fossil is not the missing link", New Scientist, 21 Mayıs 2009, http://www. newscientist.com/ article/dn17173-why-ida-fossil-is-not-the-missing-link.html
85 A. Gibbons, "Revolutionary" Fossil Fails to Dazzle Paleontologists, ScienceNOW Daily News, 19 Mayıs 2009, sciencenow.sciencemag.org
86 L. Dayton, "Scientists divided on Ida as the missing link", The Australian, 21 Mayıs 2009, theaustralian.news.com.au
Bölüm 9: İnsanın Evrimi Senaryosu
Daha önceki bölümlerde,
önce doğada canlıları evrimleştirecek hiçbir mekanizma olmadığını inceledik,
sonra da canlı türlerinin bir evrim süreci sonucunda değil, bugünkü kusursuz
yapılarıyla bir anda ortaya çıktıklarını, yani ayrı ayrı yaratıldıklarını gördük.
Bu durumda elbette, "insanın evrimi"nin de yaşanması asla mümkün
olmayan bir hikaye olduğu açıktır.
Peki, ama bu hikayenin evrimcilerce öne sürülen dayanağı nedir?
Bu dayanak, evrimcilerin üzerinde hayali yorumlar
yapabilecekleri fosillerin çokluğudur. Tarih boyunca 6000'den fazla
maymun türü yaşamıştır. Bunların çok büyük bir bölümü, nesli tükenerek ortadan
kaybolmuştur. Bugün yalnızca 120 kadar
maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte, bu binlerce nesli tükenmiş maymun
türünün fosilleri, evrimciler için, üzerinde spekülasyon yapabilecekleri çok
zengin bir malzeme kaynağı oluşturur.
Evrimciler, soyu tükenmiş maymun türlerinden işlerine gelen bir
bölümünün kafataslarını ve kemiklerini küçükten büyüğe doğru dizmiş, bu seriye
nesli tükenmiş bazı insan ırklarına ait kafataslarını da ekleyerek insanın
evrimi senaryosunu yazmışlardır. Senaryo şöyledir: "İnsanlar ve günümüz
maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu yaratıklar zamanla evrimleşerek bir
kısmı günümüz maymunlarını meydana getirmiş, evrimin diğer bir kolunu izleyen
bir başka grup da günümüz insanlarını oluşturmuştur".
Buradan yola çıkarak bir kelime oyunu da yaparlar. Ara form
olarak gösterdikleri sahte fosilleri "insansı" adı altında gruplar ve
böylelikle insanın atası kavramına bilimsellik kattıklarına inanırlar.
İddialarına göre insan, maymundan gelmemiş, hayali bir "ortak ata"dan
gelmiştir. Bu yolla, maymundan gelme hikayesini eleştirenlere de "bizim iddiamız bu değil
ki" şeklinde kaçamak bir
açıklama yaparlar. Oysa iddiaları tam olarak budur; tarihin hiçbir döneminde
"insansı" diye bir varlık yaşamamıştır.
Bugün bütün paleontolojik, moleküler, anatomik ve biyolojik
bulgular bize, "insanın evrimi" hikayesinin de diğerleri gibi
geçersiz olduğunu göstermektedir. İnsanla maymun arasında herhangi bir
akrabalık olduğuna dair hiçbir somut kanıt yoktur. Var olan tek şey, bu yönde
sahtekarlıklar, çarpıtmalar, göz boyamalar, aldatıcı çizim ve hayali
yorumlardır.
Fosil kayıtları bizlere, tarih boyunca insanların insan,
maymunların da maymun olarak kaldıklarını göstermektedir. Evrimcilerin insanın
atası olarak gösterdikleri fosillerin bir bölümü, aslında günümüze çok yakın
tarihlere kadar yaşamış ve kaybolmuş veya asimile olmuş eski insan ırklarına
aittir. Dahası, günümüzde halen yaşamakta olan birçok insan topluluğu da,
evrimcilerin insanın ataları gibi göstermeye çalıştıkları bu soyu tükenmiş
insan ırklarıyla benzer fiziksel görünüm ve özellikleri taşımaktadır.
Hepsinden önemlisi, maymunlar ve insanlar arasında sayısız
anatomik farklılıklar bulunmaktadır ve bunlar, "evrim ile dönüşüm"
iddiasını tamamen ortadan kaldırmaktadır. "İki ayaklılık" bunlardan
bir tanesidir. İlerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi,
dik olarak iki ayak üzerinde yürüme sadece insana özgüdür ve insanı diğer
canlılardan ayıran en önemli özelliklerdendir.

İnsanın Hayali Soy Ağacı
Darwinist iddia, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında birtakım "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
Darwinist iddia, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında birtakım "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecines (Australopithecuslar)
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney
maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu
canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey
değildir. Australopithecuslar'ın çeşitli türleri bulunur; bunların bazıları iri
yapılı, bazıları ise daha küçük ve narin yapılı maymunlardır.
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "Homo" yani
insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre Homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmiş canlılardır. Bu türün evriminin en son
aşamasında ise, Homo sapiens, yani günümüz insanının oluştuğu öne sürülür.
Evrimci yayınlarda ve ders kitaplarında yer alan ya da medyada
zaman zaman adı geçen "Java Adamı", "Pekin
Adamı", "Lucy" gibi fosiller de
üstte saydığımız dört türden birine dahil edilirler. Bu türlerin de kendi
içlerinde alt türleri olduğu kabul edilir.
Ramapithecus gibi bir zamanların
çok iddialı ara form adayları ise, sıradan bir maymun olmalarının anlaşılması
üzerine, insanın hayali soy ağacından sessiz sedasız çıkarılmışlardır.87
Evrimciler "Australopithecines > Homo habilis
> Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecines, Homo habilis ve Homo erectus'un
dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.
Dahası Homo
erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın
zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens
sapiens (günümüz
insanı) ile aynı ortamda yanyana bulunmuşlardır. Bu ise elbette bu canlıların
birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya
koymaktadır.
Özetle, tüm bilimsel bulgular ve araştırmalar, evrimcilerin öne
sürdükleri fosillerin bir evrim sürecini göstermediğini ortaya çıkarmıştır.
İnsanın ataları olarak öne sürülen fosillerin bir kısmı maymun türlerine, bir
kısmı da farklı insan ırklarına aittir.
Peki eldeki fosillerin hangileri insan, hangileri maymundur?
Bunların herhangi birisinin gerçekten bir "ara form" sayılabilmesi
mümkün müdür? Bu soruların cevabını görmek için, söz konusu kategorileri
sırayla ele alalım.

Australopithecus: Bir Maymun Türü
Ramapithecus fosili, iki parçadan oluşmuş eksik bir çeneden ibaretti. Ama evrimci spekülatörler, bu çene parçalarına dayanarak Ramapithecus'un kendisini, hayali ailesini ve yaşadığı hayali ortamı çizmekte hiçbir güçlük çekmemişlerdi. Ne de olsa evrimcilerin tek yöntemi, evrimi bilim ile değil, hayal gücüne dayanan görsellerle canlı tutabilmekti.
Ramapithecus fosili, iki parçadan oluşmuş eksik bir çeneden ibaretti. Ama evrimci spekülatörler, bu çene parçalarına dayanarak Ramapithecus'un kendisini, hayali ailesini ve yaşadığı hayali ortamı çizmekte hiçbir güçlük çekmemişlerdi. Ne de olsa evrimcilerin tek yöntemi, evrimi bilim ile değil, hayal gücüne dayanan görsellerle canlı tutabilmekti.
İlk
kategori olan Australopithecus
"güney maymunu" anlamına
gelir. Bu canlıların ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya
çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecuslar
arasında bazı ayrımlar vardır. Evrimciler en eski Australopithecus türünün A. afarensis olduğunu
varsayarlar. Bundan sonra ise, daha ince kemikli olan A. africanus ile,
ondan daha büyük kemiklere sahip olan A.
robustus gelir. A.
boiseibazı araştırmacılara göre ayrı bir tür, bazılarına göre
ise A. robustus'un
alt türü olarak kabul edilmektedir.
Australopithecus
türlerinin tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Tümünün
beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür.
Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya
yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere
sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki
gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki
yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun
kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından
farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecuslar'ın, tam bir maymun
anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar
gibi dik olarak yürüdükleri tezidir.
Söz konusu "dik
yürüme" iddiası, Richard Leakey, Donald Johanson gibi
evrimci paleoantropologların onyıllardır savundukları görüştür. Ama pek çok
bilim adamı, Australopithecus'un
iskelet yapısı üzerinde sayısız araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini
ortaya koymuştur.

1. AUSTRALOPITHECUS
2. ŞEMPANZE
Australopithecus ve şempanze kafatasları arasındaki büyük benzerlik, insanın hayali atası olarak gösterilmeye çalışılan Australopithecus'un gerçekte bir maymun türü olduğunun göstergesidir.
3. AL 288-1 veya "Lucy": Etiyopya, Hadar'da bulunan ve Australopithecus aferensis türüne ait olduğu düşünülen ilk fosildir. Evrimciler uzun süre Lucy'nin dik yürüdüğünü ispatlamak için büyük çaba harcadılar; ancak son araştırmalar bu canlının eğik yürüyen sıradan bir şempanze olduğunu kesin olarak ortaya koydu.
4. Australopithecus aferensis AL 333-105 fosili bu türün genç bir üyesine ait. Bu nedenle kafatasındaki çıkıntı henüz gelişmemiş.
İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles
Oxnard'ın, Australopithecus örnekleri
üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar bu canlıların iki ayaklı
olmadıklarını, günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip
olduklarını göstermiştir. İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan
bir ekiple bu canlıların kemiklerini on beş yıl boyunca inceleyen Lord
Zuckerman, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, Australopithecuslar'ın
sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle
dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.88 Bu konudaki
araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecuslar'ın
iskelet yapılarını günümüzdeki orangutanlarınınkine benzetmektedir.89
Australopithecus'un insanın atası
sayılamayacağı, evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Ünlü
Fransız bilim dergisi Science
et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştr. Australopithecus afarensis türünün
en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy"
(Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü
maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573
kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu
cümleler yer almaktadır:
Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni
olmadığını söylüyor... St W573'ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının
vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid
soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları
sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor...
Australopithecuslar ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo
türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor. 90
Benzer bir itiraf, Lucy'i ilk keşfeden ve onu "ara
form" statüsüne koymaya çalışan bilim adamlarından da gelmiştir. Evrimci
paleoantropolog Donald Johanson ve T. D. White, Science dergisine şu açıklamada
bulunmuşlardır:
Australopithecus fosilleri oldukça detaylı bir şekilde
incelendi: yürüyüş biçimleri, kulaklarının yapısı, diş gelişimi örnekleri, uzun
ve güçlü ön kollar, kısa arka bacaklar, ayaklarının biçimi, küçük beyinleri,
maymuna oldukça benzeyen kafatasları, çeneleri ve yüzleri. Bunların tümü
Australopithecus'ların maymun olduğunu ve insan ile hiçbir ilişkilerinin
bulunmadığını göstermektedir.91
Kısacası Australopithecuslar, insanlarla hiçbir ilgisi olmayan,
nesli tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildirler.

Üzerinde bolca spekülasyon yapılan Lucy fosilinin bir ara form olmadığının ortaya çıkmasından sonra Science&Vie dergisinde atılan başlık: "Elveda Lucy"
Homo Habilis: İnsan Yapılmak İstenen Maymun
Australopithecuslar'ın
iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve
canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci
paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim
şemasında Australopithecuslar'dan
sonra Homo erectus gelir. Homo erectus,
isminin başındaki "Homo"
yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve
iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecuslar'ın iki katı
kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecuslar'dan, günümüz
insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçiş iddiası
bilimsel açıdan imkansızdır. Böyle bir geçişi iddia eden evrimcilerin
"bağlantı"lar, yani "ara form"lar getirmeleri
gerekmektedir. İşte Homo
habilis adı verilen ara form aldatmacası, bu zorunluluktan
doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması
1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakey'ler tarafından
ortaya atıldı. Leakey'lere göre, Homo
habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme
yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet
kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın hayali atası olabilirdi.

Louis Leakey (resimde ortada) ve karısı Mary Leakey, çeşitli fosiller üzerinden spekülasyonlar yaparak insanın evrimi hikayesini yaygınlaştırmaya çalışmış iki ünlü evrimcidir.
Oysa daha sonra bulunan
aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere
dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, "alet
kullanabilen insan" anlamına gelen Homo
habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika
maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis
olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis,
Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak
özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi
uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak
parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz
maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.'lik
beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının
en iyi göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak
gösterilen Homo
habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar
gibi bir maymun
türüydü.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis'in
gerçekten de Australopithecus'tan
farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından
bulunan OH 62 iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi
küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara
sahip olduğunu gösterdi.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı
analizler de yine Homo
habilis'in aslında "Homo"
yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis,
Homo erectus ve Homo
neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler
hakkında şöyle diyordu:
Diğer Bir Maymun: Homo Habilis

Evrimciler uzun bir süre Homo habilis olarak isimlendirdikleri canlıların dik yürüyebildiklerini savundular. Böylece maymundan insana hayali geçişi gösteren bir halka bulduklarını düşünüyorlardı. Ancak Tim White'ın 1986 yılında bulduğu ve OH 62 ismini verdiği yeni Homo habilis fosili bu iddialarını çürüttü. Bu fosil parçaları Homo habilis'in günümüz maymunlarında olduğu gibi uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösteriyordu. Bu fosil, Homo habilis'in iki ayağı üzerinde dik yürüyebilen bir canlı olduğu iddiasının sonunu getirdi. Homo habilis bir maymun türünden başka birşey değildi.
Homo habilis türünün çene özelliklerini en iyi şekilde tanımlayan bir başka fosil ise, sağdaki "OH 7" fosili olmuştur. Bu çene fosilinin büyük kesici dişleri vardır. Azı dişleri küçüktür. Çene ise dörtgen şeklindedir. Bütün bu özellikleri ile bu çene günümüz maymunlarınınkine çok benzer. Bir başka deyişle, Homo habilis'in çenesi de bu canlının bir maymun olduğunu ortaya koymaktadır.
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak
yaptığımız analizler, Australopithecines ve Homo habilis türlerinin
Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve
Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu
göstermektedir.92
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld
adlı üç anatomi uzmanı çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu
yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya
yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Dik
yürüyen insanların kanalları ile, eğik yürüyen maymunların kanalları
birbirlerinden somut bazı farklılıklarla ayrılıyorlardı. Spoor, Wood ve
Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus ve
dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz
maymunlarınınkiyle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise,
aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.93
Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermekteydi:
1- Homo habilis adıyla anılan
fosiller, gerçekte "Homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun)
sınıflamalarına dahildi.
2- Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardı. İnsanlarla ilgileri yoktu.
2- Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardı. İnsanlarla ilgileri yoktu.
Homo Rudolfensis: Yanlış Yapıştırılan Yüz
Homo rudolfensis terimi,
1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil
parçaları Kenya'daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil
ettiği varsayılan türe de Homo
rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu
fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen
canlının da aslında bir Homo
habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve
"KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en
büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi
küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı,
Leakey'e göre, Australopithecus ile
insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER
1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan sözde "insansı" yüzü,
gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı-
hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim
Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu
gerçeği şöyle özetler:
KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz
insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa
edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir
biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus'da
gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.94
Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace ise çene ve diş
yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca
varmıştır: "Çenenin
büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470'in tam anlamıyla
bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir." 95
KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan
John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu
canlının Homo
habilis ya da Homo
rudolfensis gibi bir "Homo"
yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması
gerektiğini savunmaktadır.96

KNM-ER 1470 kafatası fosilinden yola çıkarak çizilen Homo rudolfensis, tümüyle hayali bir varlıktır. KNM-ER 1470, diğer maymun türleri gibi Austrolapithecus grubuna dahildir.
Kısacası, Australopithecuslar
ile Homo erectus arasında
bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi
sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul
ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler.
Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını
göstermektedir.
Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci
antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde
yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve
Collard, Homo
habilis ve Homo
rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali olduğunu,
aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerin Australopithecus sınıflaması
içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır:
Daha yakın zamanda, fosil türleri, mutlak beyin hacmi, dil
yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve taştan aletler yapma
becerileri konusundaki kurgular gibi temellere dayanılarak Homo kategorisine
dahil edilmiştir. Bir kaç istisna haricinde, bu (Homo) cinsin insan evrimi
içindeki tanımı ve kullanımı ve Homo'nun sınırının belirlenişi, sanki sorunsuz
bir olgu gibi kabul edilmiştir. Ama... yeni bulgular, mevcut bulgulara
getirilen yeni yorumlar ve paleoantropolojik kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar,
sınıflamaları Homo cinsine dahil etmek için kullanılan kriterleri geçersiz hale
getirmektedir... Pratikte, fosilleşmiş hominid türleri, Homo kategorisine, dört
temel kriterden biri veya daha fazlasına göre dahil edilmektedir... Oysa şimdi
açık hale gelmiştir ki, bu kriterlerin hiç biri tatminkar değildir. Kafatası
hacmi problemlidir, çünkü mutlak beyin kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu
varsayımı tartışmalıdır. Aynı şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel
görünümünden güvenilir şekilde çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici
kanıtlar vardır ve beynin konuşma ile ilgili bölgelerinin, daha önceki
çalışmaların ima ettiğinin aksine lokalize olmadığına dair kanıtlar vardır...
Bir başka deyişle, H. habilis ve H. rudolfensis'e ait fosil
bulgular eklendiğinde, bunlar Homo için iyi bir cins değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis,
Homo cinsinden çıkarılmalıdır... Şu an için, hem H. habilis'in hem de H.
rudolfensis'in Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.97
Homo Erectus ve Sonrası: Gerçek İnsanlar
Wood ve Collard'ın vardığı sonuç, anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte "ilkel insan ataları" yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus kategorisine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homo yani insan türü arasında hiç bir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.
Wood ve Collard'ın vardığı sonuç, anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte "ilkel insan ataları" yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus kategorisine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homo yani insan türü arasında hiç bir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.
Öncelikle evrimcilerin en ilkel tür saydıkları Homo erectus'u
inceleyelim. "Erect" terimi "dik" demektir. Homo erectus ise
"dik yürüyen insan" anlamına gelir. Evrimciler bu insanları,
"erect" sıfatı ile öncekilerden ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü
eldeki tüm Homo
erectus fosilleri, Australopithecus ya
da Homo habilis örneğinde
görülmediği kadar diktir. Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti
arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin Homo
erectus'u "ilkel" saymaktaki en önemli dayanakları ise,
kafatası hacminin (900-1100 cc.) günümüz insanının ortalamasından küçüklüğü ve
kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin
pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (örneğin
Avusturalya yerlileri Aborijinler'de).
Kafatası hacmi farklılığının zeka ve beceri yönünden hiçbir fark
oluşturmadığı ise bilinen bir gerçektir. Zeka, beynin hacmine göre değil,
beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.98
700 Bin Yıllık Gemi Mühendisleri "ANTİK DENİZCİLER":

"İlk insanlar sandığımızdan çok daha akıllıydı". New Scientist dergisinde yayınlanan 14 Mart 1998 tarihli bu habere göre, evrimcilerin Homo erectus adını verdikleri insanlar 700 bin yıl önce gemicilik yapıyorlardı. Gemi yapacak bilgi ve teknolojiye ve deniz ulaşımını gerektiren bir kültüre sahip olan bu insanların "ilkel" sayılması elbette imkansızdır.
Homo erectus'u
dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi.
Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin
Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java
Adamı ise bir kafatası parçası, bir diş ve bu ikisinden metrelerce uzakta,
üstelik 1 yıl sonra bulunmuş bir uyluk kemiğinden oluşuyordu. Dahası, bunların
aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika'da
bulunan Homo erectus fosilleri
giderek daha fazla önem kazandı. (Bu arada, Homo erectus olarak tanımlanan
fosillerin bir kısmının, bazı evrimciler tarafından "Homo ergaster"
adlı ikinci bir sınıflamaya dahil edildiğini de belirtmek gerekir. Bu konuda
aralarında anlaşmazlık vardır. Biz söz konusu fosillerin hepsini Homo erectus sınıflaması
içinde ele alacağız.)
Afrika'da bulunan Homo
erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü
yakınlarında bulunan "Narikotome
homo erectus" ya da "Turkana Çocuğu" fosilidir. Bu
fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83
boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından
farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, "ortalama bir
patolojistin bu fosilin iskeletiyle, günümüz insanı iskeletini birbirinden
ayırmasının çok güç olduğunu"
söyler. 99 Walker
kafatası için de, "bir Neandertal kafatasına aşırı derecede
benzediğini" söylemektedir. 100 Neandertaller
biraz sonra inceleyeceğimiz gibi günümüz insanın bir ırkıdırlar.
Dolayısıyla Homo
erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır.
Nitekim evrimci Richard Leakey bile Homo erectus'un
günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam
taşımadığını şöyle ifade eder:
Herhangi bir kişi farklılıkları fark edebilir: Kafatasının
biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün
değişik coğrafyalarda yaşamakta
olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla
değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden
uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar. 101
Homo erectus, "ayakta dik olarak durabilen" insan anlamına gelir. Bu türe dahil edilen fosillerin tümü, özgün insan ırklarına aittir. Homo erectus fosillerinin çoğunun ortak bir karakteristiği olmadığı için, kafataslarına dayanılarak bu insanların tanımlanması oldukça zordur. Bu sebeple değişik evrim araştırmacıları farklı sınıflandırmalar ve adlandırmalar yapmışlardır. Üstte solda 1975'te Afrika Koobi Fora'da bulunan ve Homo erectus'u genel olarak tanımlayabilecek bir kafatası görülüyor. Sağda ise söz konusu belirsizliklere sahip bir kafatası, Homo ergaster KNM-ER 3733.
Tüm bu farklı Homo erectus fosillerinin kafatası hacimleri 900 ile 1100 cc. arasında değişir. Bu değerler, günümüz insanının beyin hacminin sınırları içindedir.

Yukardaki (1) KNM-WT 15000 ya da bir başka adıyla Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş belki de en eski ve en eksiksiz insan kalıntısıdır. 1.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 12 yaşında bir bireye ait olduğunu ve bu kişinin boyunun yetişkinliğe ulaşınca 1.80 cm civarında olacağını göstermiştir. Neandertal ırkı insanına büyük benzerlik gösteren bu fosil, insanın evrimi hikayesini yalanlayan en çarpıcı delillerden biridir.
Evrimci Donald Johanson bu fosili şöyle tarif eder: "Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalılarınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu." (Donald C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981)
Connecticut
Üniversitesi'nden Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları
üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un
şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı
sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo
sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:
Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avusturalya
yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda,
Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens'e)
ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir. 102
Homo erectus'un yapay bir sınıflama olduğu, Homo erectus
kategorisine dahil edilen fosillerin gerçekte Homo sapiens'ten ayrı bir tür
sayılacak kadar farklılık taşımadığı, pek çok evrimci tarafından da artık dile
getirilmektedir. American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar ve bu
konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:
Senckenberg konferansına katılanların çoğu, Michigan
Üniversitesi'nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi'nden Alan Thorne ve
meslektaşları tarafından başlatılan ve Homo erectus'un taksonomik statüsünü ele
alan ateşli tartışmaya dahil oldular. Bunlar (Wolpoff ve Thorn) güçlü bir
şekilde, Homo erectus'un
bir tür olarak geçerliliğinin bulunmadığını, tamamen ortadan kaldırılması
gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri, 2
milyon yıl öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş alanlara
yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre. Bu tür içinde
doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın konusu, Homo erectus'un var
olmadığıydı.103

1. Homo habilis
2. Homo rudolphensis
3. Homo erectus
Soldaki rekonstrüksiyonların tümü hayal ürünüdür. Evrim aldatmacasının tipik yöntemidir.
"Homo erectus yok" demek, "Homo
erectus, Homo sapiens'ten
farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki
bir ırk" anlamına gelmektedir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile
"insanın evrimi" senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar
(Australopithecus, Homo habilis, Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir
uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci
olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır. Bu onların yaratılmış
olduklarının çok açık bir göstergesidir.
Ancak bu gerçeği kabul etmek, evrimcilerin dogmatik
felsefelerine ve ideolojilerine aykırıdır. Bu nedenle, özgün bir insan ırkı olan Homo erectus'u yarı-maymun bir canlı
gibi göstermeye çalışırlar. Yaptıkları Homo
erectus rekonstrüksiyonlarında, ısrarla maymunsu hatlar
çizerler. Öte yandan da Australopithecus ya
da Homo habilis gibi
maymunları yine aynı yöntemle "insansı"laştırırlar.
Görsel aldatmacalarla maymunları ve insanları birbirlerine
"yaklaştırıp" bu iki apayrı canlı grubunun arasındaki uçurumu
kendilerince küçültmeye çalışmaktadırlar. Ancak bilimsel deliller o kadar
güçlüdür ki, böyle bir dönüşümün olmadığını artık tüm dünya kabul etmektedir.
Neandertaller: İri Yapılı Bir İnsan Irkı
Neandertaller bundan 100
bin yıl önce Avrupa'da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine
hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile
olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha
güçlü ve kafatası ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.
Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen
herkes tarafından kabul edilmektedir. Evrimciler bu insanları "ilkel bir
tür" olarak göstermek için çok çabalamışlar, ama bütün bulgular Neandertal
insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir "yapılı" insandan daha
farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New
Mexico Üniversitesi'nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:
Neandertal kalıntıları ve günümüz insan kemikleri arasında
yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller'in anatomisinde ya
da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi
özelliklerinde günümüz
insanlarından aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur. 104
Bu nedenle günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını
günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak "Homo sapiens neandertalensis"demektedir.
Bulgular, Neandertaller'in ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri
yaptıklarını ve aynı dönemde yaşamış Homo
sapiens sapienslerle beraber, gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını
açıkça göstermektedir. Kısacası Neandertaller, sadece zamanla ortadan kaybolmuş
"yapılı" bir insan ırkıdır.

SAHTE
Evrimciler, Neandertaller'e sahte çizimlerle kasıtlı olarak maymunsu bir görünüm verirler. Oysa evrimci spekülasyonların aksine, Neandarteller, tümüyle bir insan ırkıdır.
Neandertaller: İri Yapılı İnsanlar

1. İsrail'de bulunan Homo sapiens neanderthalensis, Amud 1 kafatası yeralıyor. Neandertal insanı genel olarak kısa boylu ve sağlam yapılı olarak bilinir. Ancak bu fosilin sahibinin 1.80 m. boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Beyin hacmi ise bugüne kadar rastlanılanların en büyüğüdür: 1740 cc. Bu nedenlerle bu fosil, Neandertallerin ilkel bir tür olduğu yönüandeki iddiaları çok kesin bir biçimde yıkan bir delil niteliğindedir.
2. Kebara 2 (Moşe) fosili bugüne kadar bulunmuş en kapsamlı Neandertal kalıntılarından biridir. 1.70 boyundaki bu bireyin iskelet yapısı günümüz insanından ayırt edilememektedir. Fosille beraber bulunan alet kalıntılarından, bu bireyin ait olduğu topluluğun aynı zamanda aynı bölgede yaşayan Homo sapiens topluluklarıyla aynı kültürü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Homo Sapiens Archaic, Homo Heilderbergensis ve Cro-Magnon
Homo sapiens archaic,
hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur.
Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur,
zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta
bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta
olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler.
Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru
eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler.
Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı köylerinde bu
insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimci literatürde Homo
heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise,
aslında Homo
sapiens archaic'le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için
bu iki ayrı kavramın da kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş
farklılıklarıdır. Homo
heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller ise,
anatomik olarak günümüz Avrupalı'larına çok benzeyen insanların günümüzden 500
bin, hatta 740 bin yıl önce İngiltere'de ve İspanya'da yaşadıklarını
göstermektedir.

Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma, aslında Homo sapiens archaic'le aynı şeydir. Yani bu canlılar bir insan türüdür. Fakat buna rağmen bu konuda yapılan çizimlerde hep hayali ilkel insansılar vardır. Bu, bir Darwinist aldatmacadır.
Cro-magnon sınıflaması
ise, 30 bin yıl önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Bu tür, kubbe
şeklinde bir kafatasına, geniş bir alna sahiptir. 1600 cc.'lik kafatası hacmi,
günümüz insanının ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları
vardır ve arka kısımda Neandertal adamının ve Homo erectus'un karakteristik özelliği
olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-Magnon
kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde yaşayan bazı
ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak, Cro-Magnon'un Afrika
kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer bazı paleoantropolojik
bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının birbirleri ile kaynaşarak,
günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını göstermektedir. Dahası
günümüzde Cro-magnon ırkına benzer etnik grupların Afrika kıtasının farklı
bölgelerinde ve Fransa'nın Salute ve Dordonya bölgelerinde hala yaşadığı kabul
edilmektedir. Polonya ve Macaristan'da da aynı özelliklere sahip insanlara
rastlanmıştır.

1. Homo sapiens archaic, günümüz Aborijinlerine benzeyen bir insan ırkıdır.
2. Kasıtlı olarak farklı isim verilmiş olan Homo heilderbergensis, aslında Homo sapiens archaic ile aynıdır.
3. Cro-magnon, bir başka insan ırkıdır. Homo erectus ve Neandarteller gibi çeşitli karakteristik özelliklere sahiptir.
Sibiryalı Bir İnsan Irkı: Denisovanlar
2010 yılı Aralık
ayında Nature dergisinde
yayınlanan bir makalede yeni keşfedilen, "nesli yok olmuş bir (sözde)
'insansı türün' bulunduğu" duyuruldu. Fosil, Sibirya'nın Altay
Dağlarındaki Denisova Mağarasında bulunmuştu; bu nedenle adına Denisovan İnsanı
(veya Homo Altai) ismi verildi. Denisovanlar –elde hiçbir delil olmamasına
rağmen– evrimci çevreler tarafından günümüz insanından sözde farklı bir insansı
türü ve modern insanın sözde bir alt-türüymüş gibi tanıtıldı.
Evrimciler, nesli tükenen Denisovanların, Afrika'dan 400-500 bin
yıl önce çıktıklarını öne sürdüler. İddiaya göre Neandertaller Avrupa'ya
yayılırken, Denisovanlar Asya'ya doğru göç etmişlerdi.
İddianın kaynağı ise küçük bir kemik parçası idi! Eski bir
mağarada bulunan 0.5 cm çapında bir kemik parçasının, sözde yeni bir insansı
türün sağ el 5. parmak orta falanks ucuna ait olduğu iddia edildi. Fosillerin
bulunduğu mağara aslında eski çağlarda birçok insan topluluğuna, hatta
hayvanlara ev sahipliği yapmıştı. El aletleri ve süs eşyalarına da aynı
katmanlarda rastlanmıştı. Bu kadar yoğun fosil kalıntılarının yer aldığı
mağarada spekülasyon malzemesi olarak bu küçük kemik seçilmişti. Buna daha
sonra iki adet azı dişi de eklendi. Azı dişlerinin çapı biraz geniş, kökleri
dışa doğru meyilliydi. Bunu da kendilerince yorumlayan evrimciler, bulunan
kalıntıların günümüz insanına ait olamayacağını, dolayısıyla bir sözde
"insansıya" ait olması gerektiğini öne sürdüler.
Denisovan fosillerini inceleyen bilim adamları, iddialarını
inandırıcı kılabilmek için bulunan fosil parçalarının gen haritasını
çıkardıklarını iddia ettiler. Buna göre fosil kalıntılarından genetik dizilim
elde etmenin yeni tekniklerini geliştirmişlerdi ve Denisovan fosilinin insan
genomundan bazı farklılıklar içerdiğini ve günümüz Papua Yeni Gine insanının %4
oranında Denisovan geni taşıdığını iddia ettiler.
İddiaya göre 50 bin yıl önce Denisovanlar, insan atalarıyla
sosyal bir yaşama sahip olmuş ve sonra Güneydoğu Asya'da bulunan Papua
bölgesine göç etmiş olmalıydılar. Bu iddialar arasında en ilginç olanı ise
Denisovan genlerinin günümüzde yaşayan başka hiçbir insan soyuna geçmediğiydi.
Bu, fosil kaynaklı DNA incelemesi gerektiren son derece mantıksız bir iddiaydı.
Yaşayan insandan alınan DNA'da inceleme yapılması için bile
gelişmiş teknikler gerektiği düşünüldüğünde, fosil kaynaklı DNA incelemesinin
pek çok zorluğunun olacağı görülmektedir. Bu zorlukları kısaca şöyle
özetleyebiliriz:

Denisovan insanına ait bir çizim

1. Günümüz İnsanı
2. Neandertal
3. Denisovan
Evrimciler, 0.5 cm'lik kemik parçasından soldaki çizimi yaparak Denisovanları insanın bir alt türü olarak göstermeye çalışmışlardır. Oysa Denisovan, günümüzdekinden farksız bir insan türüdür.
1- Kontaminasyon (diğer organik atıkların karışması) sorunu:
İncelenmek istenen DNA'nın saflaştırılması sırasında kullanılan tekniğin güvenilirliği çok önemlidir ve hata yapılmaması gerekir. Fosil DNA incelemesinde aslında en büyük sorun, diğer organik atıklarla karışma ihtimalidir. Başta da söylediğimiz gibi, Denisovan fosillerinin bulunduğu alan çok farklı insan ve hayvana ev sahipliği yapmıştır. Dolayısıyla bu canlıların DNA'sı fosil DNA'sına karışmış haldedir. Bunlara mikroorganizmaların ve çeşitli böceklerin DNA'sı da eklendiğinde karışık bir DNA havuzuyla karşılaşılmış olur. Bu durumda fosil DNA çalışmasında hata yapılmaması olasılığı neredeyse yoktur. Nitekim, söz konusu makalede de Denisovan insanı fosiline ait kısmın ancak % 0,17 olduğu belirtilmektedir.
2- Fosil DNA'ların parçalanmış halde bulunması sorunu:
İnsan DNA'sı 3.4 milyar baz çiftinden oluşan muazzam bir kütüphanedir. Yaşayan insandan elde edilen DNA'nın dizilim ve kromozom konumunu belirlemek mümkündür. Ancak fosil DNA, aradan geçen on binlerce yılın etkisiyle parçalanmış haldedir. Pek çoğu en fazla 50-70 baz dizilimine sahiptir. Tüm DNA düşünüldüğünde 50-100 milyon parçadan bahsetmek gerekmektedir. Bu durumu 100 milyon parçadan oluşan bir bulmacaya benzetmek yanlış olmaz.
Evrimciler, bu sorunu aşmak için şablon olarak günümüze ait insan genomu ve şempanze genomu kullanıldığını ifade etmektedirler. Peki araya karışmış başka canlılara ait DNA'nın ayrımı nasıl yapılacaktır? Zaten insan genomundan farkların ortaya koyulmaya çalışıldığı bir araştırmada şablon olarak insan genomunun kullanılması elbette ki bilimsel bir metod olarak doğru değildir ve sonuçlarına güvenilemez.
3- Kimyasal ve enzimatik sorunlar
Fosil DNA'nın geçirdiği yıllar boyunca doğal ortamında yaşadığı kimyasal değişimler de baz zincirinde değişikliklere sebep olabilmektedir. Bunun yanında DNA'yı hazırlamak için kullanılan urasil glikosidaz ve endonükleaz gibi enzimler de dizilim yapısını bozmaktadır. Yine DNA'yı çoğaltmak için kullanılan PCR tekniği de hataya açıktır.
4- Genel hata payının %1.5 kabul edilmesi
Tüm bu sorunlar yanında makalede kabul edilen hata payının %1.5 olması da ayrı bir sorundur. Çünkü yine iddiaya göre Denisovan fosilleri ile günümüz insanı gen dizilimi arasında bulunmaya çalışılan fark da ancak bu kadardır. Bu durumda farkın gerçek mi hataya dayalı mı olduğu da yine şüpheli olacaktır. Özetle bütün bunlar bilimsellikten uzaklaşılan, bir ideolojiye göre bilimi yanlış yönlendiren gerçeklerdir.
Yapılan çalışmadan elde edilen veriler, Denisovan fosillerinin günümüz insanı ile aynı olduğunu göstermektedir.

Denisovan fosillerinin günümüz insanlarından hiçbir farkı yoktur. Yapılan DNA analizleri spekülatif ve yanlıdır. Yapılan spekülasyonlar, sol üstteki resimde görülen, sağ el 5. parmak orta falanks ucuna ait, yalnızca 0.5 cm'lik kemik parçasına dayanmaktadır. Evrimciler, işte bu kadar çaresiz durumdadırlar.
Homo Floresiensis: Günümüz İnsan Irkı
Endonezya'nın Flores
adasındaki Ling Bua mağarasında 2003 yılında ele geçirilen Homo Floresiensis insanı,
gerek bilim dünyasında gerekse medyada büyük yankı uyandırmış, hatta bu bulgu
"antropolojide devrim" olarak tanımlanmıştı. Ele geçirilen kemiklerin
sekiz bireye ait olduğu ve günümüzden yaklaşık 95 bin ila 12 bin yıl kadar
öncesine ait olduğu tahmin edilmekteydi. Flores Adamı'nı böylesine ilginç kılan
özelliği ise küçük beyin hacmi ve oldukça kısa boyuydu. Bilim adamları bu
insanların, 1 metre kadar uzunlukta ve yaklaşık 400cc (bir greyfurt
büyüklüğünde) beyne sahip olduğunu hesaplamışlardı.
H. Floresiensis bulguları evrimciler tarafından "insana
benzeyen yeni bir canlı türü" olarak duyuruldu ve bu canlıların Güney
Asya'da "öngörülmeyen (sözde) bir evrim sürecinin" sonucunda ortaya
çıktığı iddia edildi.
Oysa Flores Adamı'yla ilgili ayrı tür iddiası, sadece evrim
teorisini ayakta tutma ihtiyacı doğrultusunda başvurulan bir aldatmacadan
ibaretti. Flores Adamı gerçekte bir insan ırkı olduğu, boy kısalığı ve küçük
beyin hacminin ise mikrosefali isimli hastalıktan kaynaklandığı anlaşıldı. Buna
göre bu insanların beyinleri genetik bozukluk sonucu gelişmemiş, küçük
kalmıştı. Mikrosefali, izole popülasyonlarda ortaya çıkma oranı daha yüksek bir
genetik rahatsızlık olduğu için de yaklaşık sekiz bireye ait Flores
bulgularının tüm örneklerinde boyca kısalık gözlemlenmesi anlaşılabilir bir
durumdu.
ABD'deki Chicago Alan Müzesi'nden primatolog Robert D. Martin
başkanlığında bir ekip, araştırmalarının sonucunda şu açıklamayı yaptı:
Homo Floresiensis'in... bu çok küçük olan kafatası normal
cüceleşme sonucu meydana gelmiş olamaz. Daha uygun mikrosefalik sendromların ve
örneklerin ele alındığı çalışmamız, modern insanlarda görülen mikrosefali
hipotezini desteklemektedir.105
Martin ve ekibinin çalışması, Flores Adamı'nın aslında günümüz
insanından ayrı bir tür olmadığını, mikrosefaliye maruz kalmış bir insan ırkı
olduğunu ortaya koymaktadır.
2004 yılının Ekim ayında birçok yayın organı Flores bulgularını
evrim teorisi lehinde kanıt havasında yayınlamış, bunların "antropoloji
alanında yüzyılın bulgusu" veya "antropolojide devrim" anlamına
geldiği gibi yorumlarda bulunmuşlardı. Oysa Flores bulgularıyla ilgili evrimci
spekülasyonlar en baştan beri hiçbir bilimsel değerlendirmeye dayanmıyordu.
Nitekim Robert D. Martin de bu durumu, "[Flores Adamı hakkında] Çok fazla
medya tantanası ancak çok az eleştirel bilimsel değerlendirme oldu."
sözleriyle ifade etmişti.106
Paleoantropolog Ian Tattersall ise belirsizliğe şöyle dikkat çekmişti:
Bu öylesine sıra dışı ve beklenmedik bir bulgu ki şu anda dahi
kimse bununla ne yapacağını bilmiyor.107

Endonezya'nın Flores adasında bulunan Homo Floresiens fosili bir insan ırkını temsil eder.
Sözde Atalarıyla Aynı Anda Yaşayan Türler!...

Evrimcilerin yaptığı yandaki gibi hayali sıralamalar, birçok evrimci yayın organında boy göstermektedir. Oysa bu canlıların bir kısmı sözde atalarıyla aynı dönemde yaşamış tam teşekküllü canlılardır. "İnsansı" adı verilen garip varlık, evrimci zihniyetin ürünüdür; hiçbir zaman var olmamıştır.
Şimdiye kadar
incelediklerimiz bize açık bir tablo oluşturdu: "İnsanın evrimi"
senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması
için, maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin
bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla
insanlar arasında açık bir uçurum vardır.İskelet yapıları,
kafatası hacimleri, son genom çalışmalarının ortaya koyduğu moleküler ve
genetik gerçekler, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile
maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. (1994 yılında iç kulaktaki denge
kanalları üzerinde yapılan incelemelerin de Australopithecus ve Homo habilis'i
maymun sınıfına, Homo erectus'u ise insan sınıfına ayırdığına değinmiştik.)
Bu farklı türler arasında bir soy ağacı olamayacağını gösteren
çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin
aynı anda ve bir arada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettiği
gibi Australopithecuslar
zamanla Homo
habilis'e, onlar da zamanla Homo
erectus'a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de
birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama
yoktur.
Evrimcilerin kendi hesaplamalarına göre, Australopithecuslar 4
milyon yıl öncesinden 1 milyon yıl öncesine kadar yaşamışlardır. Homo habilis olarak
sınıflandırılan canlıların ise 1.7-1.9 milyon yıl öncesinde yaşadığı
hesaplaqnmaktadır. Homo
habilis'ten daha "ileri" olduğu söylenen Homo rudolfensis
için biçilen yaş ise, 2.5-2.8 milyon yıl kadar eskidir! Yani Homo rudolfensis,
"atası" olması gereken Homo
habilis'ten neredeyse 1 milyon yıl daha yaşlıdır. Öte yandan Homo erectus'un
yaşı 1.6-1.8 milyon yıl kadar geri gitmektedir. Yani Homo erectus örnekleri
de, sözde ataları olan Homo
habilis sınıflamasıyla yaklaşık aynı zaman diliminde ortaya
çıkmışlardır.
Alan Walker, "Doğu Afrika'da Australopithecus bireyleri
ile Homo habilis ve Homo erectus türlerinin
aynı anda yaşadıklarına dair kesin deliller vardır" diyerek bu gerçeği
doğrular.108 Louis
Leakey, Olduvai Gorge bölgesinin II. katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus fosillerini
neredeyse yanyana bulmuştur.109
Elbette böyle bir "soyağacı" olamaz. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle
açıklamıştır:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid
(insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim
soyağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden
gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme
trendi göstermemektedirler.110
Homo erectus'tan Homo sapiens'e doğru ilerlediğimizde de yine
ortada bir soyağacı olmadığını görürüz. Homo erectus'un ve Homo sapiens
archaic'in günümüzden 27 bin yıl öncesine hatta 10 bin yıl öncesine kadar
yaşamlarını sürdürmüş olduklarını gösteren bulgular vardır. Avustralya'da Kow
Bataklığı'nda 13 bin yıllık, Java Adası'nda ise 27 bin yıllık Homo erectus
kafatasları bulunmuştur.111


Olduvai Gorge bölgesindeki katmanlarda, evrimcilerin birbirinin sözde atası kabul ettikleri H. habilis, H. erectus ve Australopitecus fosilleri yanyana bulunmuştur; birbirlerinin atası olmaları imkansızdır.
Homo Sapiens'in Gizli Tarihi
Tüm bu incelediklerimizin
yanında, hayali evrim soy ağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı
gerçek ise, Homo sapiens'in, yani günümüz
insanının tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik
bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp
benzeyen Homo
sapiensinsanlarının yaşadığını göstermektedir.
Bu konudaki ilk bulgular, ünlü evrimci paleoantropolog Louis
Leakey'e aitti. Leakey, 1932 yılında Kenya'daki Victoria gölü yakınlarındaki
Kanjera bölgesinde anatomik olarak günümüz insanından farkı olmayan, Orta
Pleistosen devrine ait birkaç tane fosil buldu. Ancak Orta Pleistosen devri,
bundan bir milyon yıl öncesi demekti.112 Bu
bulgular evrim soy ağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci
paleoantropologlar tarafından reddedildi. Ama Leakey, hesaplarının doğru
olduğunu her zaman için savundu.
Bu tartışma unutulmaya başlamıştı ki, 1995 yılında İspanya'da
bulunan bir fosil, Homo sapiens'in tarihinin sanıldığından çok daha eski
olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Söz konusu fosil, Madrid
Üniversitesi'nden üç İspanyol paleoantropolog tarafından İspanya'daki Atapuerca adı
verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bulundu. Fosil, günümüz insanıyla
tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzüydü.
Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Discover dergisi, Aralık 1997
sayısında, konuya geniş yer verdi.
Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga
Ferreras'ın bile insanın evrimi hikayesine olan inancını sarsmıştı. Ferreras,
şöyle diyordu:
Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle
karşılaşmayı umuyorduk... Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü...
Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da
beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat, en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu
düşündüğünüz birşeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina'da
kasetçalar bulmak gibi birşey. Böyle birşey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler,
kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık "modern" bir yüz
bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok
şaşırmıştık.113
Bu fosil Homo
sapiens'in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine
işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu
fosilin başka bir türe ait olduğunu öne sürmeye karar verdiler. Çünkü evrim soy
ağacına göre 800 bin yıl önce Homo
sapiens'in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden "Homo antecessor"
adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını
bu sıralamaya dahil ettiler.

2. İspanya'daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasından görünüm
Evrimin İki Ayaklılık Çıkmazı
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm fosil kayıtlarının yanı sıra, insanlarla maymunlar arasındaki
aşılamaz anatomik uçurumlar da insanın evrimi masalını geçersiz kılar. Bu
uçurumların biri, yürüyüş şeklidir.
İnsan iki ayağı üzerinde dik yürür. Bu, başka hiçbir canlıda
rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. Diğer bazı hayvanlar ise iki
ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler. Ayı ve maymun gibi
hayvanlar ender olarak (örneğin bir yiyeceğe ulaşmak istediklerinde) iki
ayakları üzerinde kısa süreli hareket edebilirler. Normalde öne eğik bir
iskelete sahiptirler ve dört ayakla yürürler.
Peki acaba iki ayaklılığın, evrimcilerin iddia ettiği gibi
maymunların dört ayaklı yürüyüşünden evrimleşmesi mümkün müdür?
Hayır… Araştırmalar
göstermiştir ki, iki ayaklılığın evrimi hiçbir zaman gerçekleşmemiştir,
gerçekleşmesi de mümkün değildir. Öncelikle iki ayaklılık
evrimsel bir avantaj değildir. Zira, maymunların hareket şekli insanın iki
ayaklı yürüyüşünden daha kolay, hızlı ve verimlidir. İnsan ne bir şempanze gibi
ağaçlar arasında daldan dala atlayarak ilerleyebilir ne de bir çita gibi saatte
125 km. hızla koşabilir. Aksine insan, iki ayağı üzerinde yürüdüğü için, yerde
çok daha yavaş bir biçimde hareket edebilir ve bu nedenle doğadaki canlıların
en savunmasızlarından biridir. Dolayısıyla, evrim teorisinin kendi mantığına
göre, maymunların iki ayaklı yürümeye yönelmelerinin hiçbir anlamı yoktur.
Evrimci iddianın bir diğer çıkmazı ise, iki ayaklılığın
Darwinizm'in "aşama aşama gelişme" modeline kesinlikle uymamasıdır.
Evrimin temelini oluşturan bu model, evrimin bir aşamasında iki ayaklılıkla
dört ayaklılık arasında hayali bir "karma" yürüyüş olmasını zorunlu
kılar. Oysa İngiliz paleoantropolog Robin Crompton, 1996 yılında bilgisayar
yardımıyla yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir "karma" yürüyüşün
imkansız olduğunu göstermiştir. Crompton'un vardığı sonuç şudur: Bir canlı ya tam dik ya da tam
dört ayağı üzerinde yürüyebilir.114 Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi,
enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olmamaktadır. Bu
yüzden yarı-iki ayaklı bir canlının var olması mümkün değildir.
İnsanla maymun arasındaki uçurum, sadece iki ayaklılıkla sınırlı
değildir. Beyin kapasitesi, konuşma yeteneği gibi diğer pek çok özellik de
evrimciler tarafından asla açıklanamamaktadır. Evrimci paleoantropolog Elaine
Morgan şu itirafta bulunur:
İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır
şunlardır:
1) Neden iki ayak üzerinde yürürler?
2) Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler? 3) Neden bu denli büyük
beyinler geliştirdiler? 4) Neden konuşmayı öğrendiler?
Bu sorulara verilecek standart
cevaplar şöyledir: 1) Henüz bilmiyoruz. 2) Henüz bilmiyoruz. 3) Henüz
bilmiyoruz. 4) Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların
tekdüzeliği hiç değişmeyecektir.115

Evrim: Bilim Dışı Bir İnanç
Lord Solly Zuckerman,
İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından biridir. On yıllar boyunca
fosiller üzerinde çalışmış, araştırmalar yürütmüş, hatta bilime yaptığı
"katkılar" nedeniyle "Lord" ünvanına layık görülmüştür.
Zuckerman bir evrimcidir. Fakat, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen
fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı
olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır.
Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği
bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre
en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan
kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak
varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına-
girdiğimizde, teorisine inanan bir kimse için her şeyin mümkün olduğunu
görürüz. Öyle ki, teorilerine kesinlikle inanan bu
kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. 116

Evrimci Lord Solly Zuckerman, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
İnsanın
kökeni konusundaki ünlü yayınlardan biri olan Discovering Archeology dergisinde
ise, derginin editörü Robert Locke tarafından yazılan makalede "insanın atalarını aramak, ışıktan çok ısı
veriyor" denmekte ve ünlü evrimci
paleoantropolog Tim White'ın şu itirafı aktarılmaktadır: "Bugüne dek
cevaplayamadığımız sorulardan dolayı hepimiz hüsrana uğramış
durumdayız." 117
Yazıda, evrim teorisinin insanın kökeni konusunda
içinde bulunduğu açmaz ve bu konuda yürütülen propagandanın temelsizliği şöyle
anlatılmaktadır:
Belki de bilimin hiçbir alanı insanın kökenini bulma
çabalarından daha fazla tartışmalı değildir. Seçkin paleontologlar insan
soyağacının en temel hatları üzerinde bile anlaşmazlık içindeler. Yeni dallar
büyük patırtı ile oluşturulur, ancak yeni fosil bulguları karşısında
geçerliliğini kaybedip yok olurlar. 118
Aynı gerçek, Nature dergisinin
editörü Henry Gee tarafından da kabul edilmiştir. Gee, In Search of
Deep Time (Derin Zamanın Arayışında) adlı kitabında "insanın
evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük
bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı
sonuç ilginçtir:
Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması,
tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların
önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir
akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel
hipotez değildir; ama çocuk masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır -eğlendirici
ve hatta belki yönlendiricidir-, ama bilimsel değildir. 119

İnsanın evrimi hikayesi, hiçbir bilimsel bulguya dayanmamaktadır. Altta görülen çizimler, evrimcilerin propaganda amaçlı yaptığı sahte çizimlerdir. Amaç, manipülasyon yoluyla kitleleri evrim sahtekarlığına inandırmaktır.
Peki evrimi savunan bunca
bilim adamının bu dogmada bu denli ısrarlı olmalarının nedeni nedir? Neden,
aynı anda birçok çelişkili yargıyı kabul ederek, kendi elleriyle buldukları
delilleri hiçe sayarak bu teoriyi yaşatmaya çalışmaktadırlar?
Bunun tek cevabı, bu kişilerin evrimi terk ettiklerinde karşılaşacakları
gerçekten ideolojileri gereği korkuyor olmalarıdır. Evrimi terk ettiklerinde
karşılaşacakları gerçek, insanı Allah'ın yarattığıdır. Bu ise, sahip oldukları
önyargılar ve inandıkları materyalist felsefe açısından kabul edilemez bir
düşüncedir.
Bu nedenle hem kendilerini aldatmakta, hem de kendileriyle
işbirliği içindeki medyayı kullanarak dünyayı aldatmaktadırlar. Bulamadıkları
fosilleri hayali resimler ya da maketler yoluyla "üretmekte" ve
insanlara gerçekten evrimi destekleyen fosillerin var olduğu izlenimini vermeye
çalışmaktadırlar. Materyalist felsefeye kendileri gibi inanmış olan çeşitli
medya kuruluşları ise, bu hayali resim ya da maketleri kullanarak, kitleleri
aldatmaya, evrim masalını insanların bilinçaltına kazımaya çabalamaktadırlar.
Ancak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, gerçek apaçık
ortadadır: İnsan, bilinçsiz bir evrim süreciyle değil, Allah'ın yaratmasıyla bu
dünya üzerinde var olmuştur ve dolayısıyla Allah'a karşı sorumlu bir varlıktır.

Evrimciler, mutasyonların canlıları değişime uğrattığını ve başka türlere dönüştürdüğünü iddia ederler. Oysa bu iddianın bir aldatmaca olduğunu kendileri de bilmektedir. Mutasyonların net etkisi zararlı ve öldürücüdür. Mutasyonlar canlının genetik bilgisini bozar, mükemmel vücut sistemini tahribata uğratır, sakatlıklar ve anatomik anormallikler oluşturur. Eğer evrimcilerin iddia ettiği şekilde mutasyonlarla evrimleşme olsaydı, resimdeki gibi iki başlı, dört kollu, kolları bacaklarından çıkmış patolojik canlıların var olması gerekirdi. Ancak evrimcilerin beklentilerinin aksine canlılık, müthiş bir düzen, ahenk ve estetik ile yaratılmıştır.
"Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu, benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır." (Charles Darwin, The Origin of Species, s.172-280)

Eğer Darwinistlerin mutasyonlarla değişim ve gelişim iddiası doğru olsaydı, fosil kayıtlarında üç beyinli, çift omurlu, çok gözlü, iki burunlu, 6-7 parmaklı, kısacası son derece garip görünümlü canlıların izlerine rastlanması gerekirdi. Ancak 160 yıldır yapılan araştırmalar neticesinde böyle garip bir varlığın fosiline hiç rastlanmamıştır. Evrim teorisi, canlıların mutasyonların etkisiyle başka canlılara dönüştüğünü iddia eder. Oysa bu iddianın büyük bir aldatmaca olduğunu modern bilim tüm açıklığıyla ortaya koymuştur.
Her şeyden önce eğer canlılar başka canlılara dönüşseydi, bu hayali dönüşme evresinde çok sayıda ara canlı var olmalı, yeryüzünün dört bir yanı sözde dönüşüm aşamasındaki canlıların fosilleriyle (ara fosillerle) dolu olmalıdır. Oysa bugüne kadar çıkarılmış olan 700 milyondan fazla fosillin tamamı bugün de bildiğimiz tam ve eksiksiz canlılara aittir. Evrim olsaydı, yeryüzü milyarlarca ara canlıya ait fosil ile dolu olmalıydı. Üstelik sayısı milyonları bulan bu canlıların mutasyonların etkileri nedeniyle son derece anormal varlıklar olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir fosile rastlanmamıştır.
Evrimcilerin iddiasına göre tüm organlar tesadüfen meydana gelmiş mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Canlının gelişim aşamasında anormal yapıya sahip bir organın defalarca mutasyona maruz kaldığını, sürekli değişim geçirdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddiaya göre yeraltında her aşaması ayrı anormalliklere sahip bu yapılardan milyonlarcasının bulunması gerekirdi. 2-3 başlı insanlar veya böcekler gibi yüzlerce göze sahip, farklı uzunluklarda bir çok kolu olan ve bu tarzda pek çok anormalliğe sahip pek çok insan fosili bulunmalıydı. Aynı şekilde her canlı ve bitki için de anormal örnekler olması gerekirdi. Bütün deniz hayvanlarının da hayali ara fosillerinin son derece anormal varlıklar olması gerekirdi. Ancak tek bir tane bile ara fosil yoktur. Fosilleri bulunan milyonlarca örneğin hepsi, tüm uzuvları yerli yerinde olan normal canlılara aittir.

Bu gerçek, evrim teorisinin çöküşünün açık bir ifadesidir. Bulunan 700 milyondan fazla fosilin tamamının evrimi yalanlamasına rağmen hala "bir gün bulunur" umuduyla bu teoriyi savunmak, akıl sahibi bir insanın yapacağı şey değildir. Aradan 160 sene geçmiş, dünyada kazılmadık fosil yatağı kalmamış, milyarlarca dolar harcanmıştır ama Darwin'in öngördüğü hayali ara canlılara ait fosiller bulunmamıştır. Darwinistlerin delil olarak kullanabileceği tek bir ara fosil yoktur. Buna karşın "Yaratılış Gerçeği"ni gösteren 700 milyondan fazla fosil bulunmaktadır. İşte bu, evrim teorisine açık ve bilimsel meydan okumadır.
Dipnotlar
87 David Pilbeam, "Humans Lose an Early Ancestor", Science, Nisan 1982, s. 6-7
88 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94
89 Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, Cilt 258, s. 389
90 Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mays 1999, no. 980, s. 52-62
91 D. Johanson - T. D. White, Science, 203:321, 1979, 207:1104, 1980 - Nicholas Comninellis, Creative Defense: Evidence Against Evolution, Master Books, 2001, s. 187-188
92 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, Cilt 94, 1994, s. 307-325
93 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648
94 Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41
95 C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2.b. New York: Rinehart and Wilson, 1979
96 Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s. 54
97 Bernard Wood, Mark Collard, "The Human Genus", Science, vol 284, No 5411, 2 Nisan 1999, s. 65-71
98 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83
99 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984
100 Rensberger, a.g.m.
101 Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62
102 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s. 136
103 Pat Shipman, "Doubting Dmanisi", American Scientist, November- December 2000, s. 491
104 Erik Trinkaus, "Hard Times Among the Neanderthals", Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive", American Journal of Physical Anthropology Supplement, Cilt 12, 1991, s. 94
105 Robert D. Martin et al., Comment on "The Brain of LB1, Homo floresiensis", Science, Vol. 312. no. 5776, 19 Mayıs 2006, s. 999
106 "Race of tiny people didn't exist, scientists say", Science, 18 Mayıs 2006, http://www.world-science.net/othernews/060518_floresfrm.htm
107 Guy Gugliotta, "Scientists Debate the Normalcy of Ancient 'Hobbits'", The Washington Post, 19 Mayıs 2006, s A12, http://www.washingtonpost.com/ wp-dyn/content/article/2006/05/18/AR20060 51801301.html?sub=AR
108 Alan Walker, Science, cilt 207, 1980, s. 1103
109 A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, Cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272
110 S. J. Gould, Natural History, Cilt 85, 1976, s. 30
111 Time, Kasım 1996
112 L. S. B. Leakey, The Origin of Homo Sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L. S. B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974
113 "Is This The Face of Our Past", Discover, Aralık 1997, s. 97-100
114 Ruth Henke, "Aufrecht aus den Baumen", Focus, Cilt 39, 1996, s. 178
115 Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5
116 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
117 Robert Locke, "Family Fights" Discovering Archaeology, Temmuz-Ağustos 1999, s. 36-39
118 Locke, a.g.m., s. 36
119 Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117
Bölüm 10: Evrimin Moleküler Çıkmazı
Kitabın önceki
bölümlerinde, fosil kayıtlarının evrim teorisini nasıl geçersiz kıldığını
anlattık. Fakat aslında evrim teorisi, daha başlamadan bitmiş bir teoridir.
Teoriyi henüz ilk aşamada anlamsız hale getiren ise, yeryüzündeki ilk canlı
yaşamın nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
Evrim, bu soru karşısında, canlılığın tesadüfen meydana gelen
bir hücreyle başladığını iddia eder. Senaryoya göre, bundan dört milyar yıl
kadar önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal maddeler
tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle karışmış ve sözde ilk
canlı hücre ortaya çıkmıştır.
Oysa, cansız maddelerin bir araya gelerek canlılığı
oluşturabilecekleri iddiası, bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlem tarafından
doğrulanmamış, bilim dışı bir iddiadır. Aksine, bütün bulgular, hayatın mutlaka
hayattan geldiğini ispatlar. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş
laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri bir araya getirip canlı bir
hücre yapmayı başaramamıştır.
Evrim teorisi ise, insan aklı, bilgisi ve teknolojisi sonucunda
bile elde edilemeyen canlı hücresinin, ilkel dünya koşullarında rastlantılarla
doğduğu iddiasındadır. İlerleyen sayfalarda bu iddianın neden bilimin ve aklın
en temel prensiplerine aykırı olduğunu inceleyeceğiz.
Hücredeki Mucize ve Evrim Teorisinin Sonu
Hücredeki Mucize ve Evrim Teorisinin Sonu
Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, "canlı hücrelerinin en küçüğünün sahip
olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği
bütün makinelerden çok daha fazla komplekstir" diye
yazar. 120
Hücre o kadar komplekstir ki, bugün insanoğlunun ulaştığı yüksek
teknoloji hala bir hücre üretememektedir. Yapay hücre oluşturmak için yapılan
tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Öyle ki bugün, hücrenin
üretilmesi hedefi bir yana bırakılmıştır ve artık bu yönde çalışma
yapılmamaktadır.
Evrim teorisi ise, insanoğlunun tüm bilgi ve teknoloji birikimi
ile yapmayı başaramadığı bu sistemin, ilkel dünyada "tesadüfen"
oluştuğunu öne sürer. Bir örnek vermek gerekirse, bu durum, bir matbaada bir
patlamayla, tesadüf eseri bir ansiklopedinin basılmış olmasından çok daha düşük
bir ihtimale sahiptir.

1. ÇEKİRDEK
İnsan vücuduna ait tüm bilgiler çekirdekte bulunan DNA molekülüne şifre olarak kaydedilmiştir.
2. ENDOPLAZMİK RETİKULUM
Protein ve diğer moleküllerin izolasyonu ve ulaşımını sağlar.
3. MİTOKONDRİ
Hücrenin ana enerji kaynağıdır. Vücut fonksiyonları için gerekli tüm ATP molekülleri burada sentezlenir.
4. HÜCRE ZARI KAPILARI
Oksijen ve glikozu gibi gerekli maddeleri içeriye, hücrenin sentezlediği protein, enzim gibi maddeleri ise dışarıya taşırlar.
5. HÜCRE ZARI
Seçici-geçirgen yapısı sayesinde, hücreye giren ve hücreden çıkan moleküllerin son kontrollerini yapar.
Hücre, bilinen en kompleks ve en üstün düzene sahip sistemlerden biridir. Biyoloji profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde bir Teori), isimli kitabında hücrenin kompleksliğini şöyle bir örnekle açıklamaktadır:
Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi çapı 20 kilometre olan, Londra veya New York gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımıza eşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir düzene sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın en muhteşem teknolojisinin ve insanı hayrete düşüren bir kompleksliğin içinde buluruz... İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu komplekslik bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve tesadüf kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır...1
1. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242
Buna
benzer bir başka benzetmeyi İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12
Kasım 1981'de Nature dergisine
verdiği bir demecinde yapmıştır. Kendisi de bir materyalist olmasına rağmen
Hoyle, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet
eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında
bir fark olmadığını belirtir. 121 Yani,
hücrenin tesadüfen oluşması mümkün değildir ve mutlaka "yaratılmış"
olması gerekir.
Hayatın başlangıcı konusunun evrimciler için açıklanamaz
olduğunu evrimci bilim yazarı Brian Switek şu şekilde itiraf etmiştir:
Hayatın nasıl başladığı doğanın en kalıcı gizemlerinden biridir. 122
Evrim teorisinin hücrenin nasıl var olduğu sorusunu
açıklayamamasının en temel nedenlerinden biri, hücrenin içindeki
"indirgenemez komplekslik" özelliğidir. Bir canlı hücresi, çok sayıda
küçük organelin uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa,
hücre yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi bilinçsiz
mekanizmaların, kendisini geliştirmesini bekleme gibi bir ihtimali yoktur.
Dolayısıyla yeryüzünde oluşan ilk hücrenin, yaşam için gerekli tüm organel ve
fonksiyonlara sahip, eksiksiz bir hücre olması gerekmektedir. Bu, elbette söz
konusu hücrenin
yaratılmış olması demektir.

1. Fosfolipitin Hidrofil (Kutuplu) Başı
2. Şeker Cephesi Zinciri
3. Dış Yüz
4. Bütünleyici (İç Güdümlü) Proteinler
5. Kolestrol
6. İç Yüz
Hücre zarı, seçici-geçirgen yapısı, üzerindeki kapıları, kontrol noktaları ve bilinçli ulaşım sistemi ile mucizevi bir yapıdır. Hücrenin tek bir organeli dahi hücredeki dünyanın kompleksliğini sergilemek için yeterlidir.
Evrimcilerden İtiraflar
Evrimciler, canlılığın yeryüzünde ilk ortaya çıkışı konusunda büyük bir açmaz içindedirler. Çünkü canlı organizmaya ait moleküller, rastlantılarla açıklanamayacak kadar komplekstir. Canlı hücresinin tesadüfen oluşması ise açıkça imkansızdır.
Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya geldiler. Moleküler evrim teorisinin en önemli ismi sayılan Rus evrimci Alexander I. Oparin, 1936'da yayınladığı Yaşamın Kökeni adlı kitabında şöyle diyordu:
Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.1
Oparin'den bu yana evrimciler hücrenin rastlantılarla oluşabileceğini ispat etmek için sayısız deney, araştırma ve gözlem yaptılar. Ancak yapılan her çalışma, hücredeki kompleks yapıyı daha detaylı bir biçimde ortaya koyarak, evrimcilerin varsayımlarını daha da fazla çürüttü. Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose de bu konuda şöyle der:
Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar.2
San Diego Scripps Enstitüsü'nden jeokimyacı Jeffrey Bada'nın aşağıdaki sözleri ise, 20. yüzyılın sonunda evrimcilerin bu büyük açmaz karşısındaki çaresizliğinin ifadesidir:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?3
2007 yılında, Harvard'lı kimyager George Whitesides bir konuşmasında şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir. … Çoğu kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya'daki moleküllerin karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim yok.4
1. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196.
2. Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no. 4, 1988, s. 348
3. Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
4. Nicholas Wade, "Life's Origins Get Murkier and Messier", The New York Times, Haziran 13, 2000, s. D1-D2
Proteinler Tesadüfe Meydan Okuyor
Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım, çünkü evrim
teorisi, hücrenin alt parçacıkları karşısında bile çaresizdir. Hücreyi
oluşturan yüzlerce çeşit kompleks protein molekülünden bir tanesinin bile doğal
şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, "amino asit" adı verilen daha
küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla
dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin
yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan
proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır.
Önemli olan nokta şudur: Proteinlerin yapılarındaki
tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire
fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını
haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam gereken
sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim teorisi
ise, bu muhteşem düzen karşısında çaresizdir. Çünkü söz konusu düzen, asla
rastlantıyla açıklanamayacak kadar olağanüstüdür.
Pek
çok evrimci bu gerçeği itiraf eder. Örneğin Harold Blum adlı evrimci bilim
adamı, "bilinen en küçük proteinlerin bile
rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir" demektedir.123
Evrimciler, moleküler
evrimin çok uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkansız olanı mümkün hale
getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse verilsin,
amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları imkansızdır.
Amerikalı jeolog William Stokes Essentials
of Earth History adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken
"eğer
milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri
içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı"
diye yazar.124
2007 yılında, Harvard'lı kimyager George Whitesides, kendisine
Amerikan Kimya Topluluğu tarafından verilen en üst düzey ödül olan Priestley
Madalya'sı verilirken şu sözleri söylemiştir:
Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir... Çoğu
kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya'daki moleküllerin
karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim
yok.125
Annual Review of Genomics and Human Genetics dergisinde iki
biyolog tarafından kaleme alınan makalede geçen ifade şu şekildedir:
Doğal seleksiyon ile bir araya gelmiş, yönlendirilmemiş mutasyon
sürecinin nasıl olup da son derece zengin ve en iyi şekilde çalışan fonksiyonlara
sahip binlerce yeni proteini oluşturduğu hala bir gizemdir. Bu problem,
birbiriyle etkileşim halinde bir çok parçadan oluşan çok sıkı entegre olmuş
moleküler sistemler için bilhassa çok büyüktür.126
American Biology Teacher dergisindeki bir makalede Biyolog Frank
Salisbury şöyle demiştir:
Bir çorba denizinde DNA moleküllerinin çoğaldığını konuşmak
güzel ama hücrelerde bu çoğalma için uygun enzimlerin bulunması gerekir. DNA
ile enzim arasındaki bağ, çok komplekstir; RNA'yı ve DNA modeli üzerinde
sentezi için bir enzimi -ribozom-, amino asitleri aktive edecek enzimleri ve
transfer-RNA moleküllerini içerir… Son enzimin bulunmaması halinde, nasıl DNA
üzerinde seçilim ve çoğaltmak için gerekli tüm mekanizmalar harekete geçebilir?
Sanki, her şeyin bir defada meydana gelmesi zorunlu gibidir; tüm sistem tek bir
birim olarak ortaya çıkmalıdır; aksi takdirde işe yaramaz. Bu açmazdan çıkış
yolları olabilir; ancak şu an bir çıkış görmüyorum.127
Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Richard Dawkins
benzeri bir kısım evrimcilerin "yaşamın kendi kendini kopyalayan bir
molekül ile ortaya çıktığı" iddiası, olağanüstü derecede saçma ve
aldatıcıdır. İnsan hücresindeki hiçbir molekül, başka moleküllerin yardımına
ihtiyaç duymaksızın, kendi kendini kopyalayarak çoğalabilme yeteneğine sahip
değildir. Buna proteinler de dahildir.
Cambridge Üniversitesi'nden bilim felsefesi profesörü Stephen C.
Meyer, Signature in the Cell (Hücredeki İmza) kitabında bunu şöyle anlatmıştır:
DNA'nın yapısının ve işlevinin ortaya çıktığı 1950'li yılları ve
1960'lı yılların başlarını takiben, yaşama dair yeni bir radikal kavram
gelişmeye başladı. Moleküler biyologların keşfi, DNA'nın yalnızca bilgi
taşımadığıydı. Biyologlar DNA hakkındaki bu keşfin hemen sonrasında, canlı
organizmaların genetik bilgiyi işleyebilmesi için sistemlere sahip olması
gerektiğinden şüphelendiler. Bir diskin içine saklanmış olan dijital bilginin o
diski okuyan bir cihaz olmadan işe yaramaz olması gibi, DNA'nın içindeki bilgi
de hücre bilgi işlem sistemi olmadan işe yaramazdır. (Darwinist) Richard
Lewontin'in belirttiği gibi "Hiçbir canlı molekül (yani biyomolekül) kendi
kendine çoğalamaz... Hücreler ancak bir bütün olarak kendi kendine çoğalmak
için gerekli makinelere sahip olabilirler... DNA, yardım alarak veya almayarak,
yalnızca kendi kendisinin kopyasını çıkaramamakla kalmaz, aynı zamanda başka
hiçbir şey 'üretemez'... Hücrenin içindeki proteinler başka proteinlerden yapılmıştır
ve bu protein oluşturan makine olmaksızın hiçbir şey yapılamaz.128

Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Hücrenin en küçük yapı taşlarında dahi olağanüstü bir komplekslik hakimdir.
Peki tüm bunlar ne anlama
gelmektedir? Kimya profesörü Perry Reeves ise bu soruya şöyle bir cevap verir:
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne
kadar muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu
şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin
gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok
daha uygundur.129
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu
proteinlerden ortalama 1 milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde bir araya
gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha
imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret
değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanı sıra nükleik asitler,
karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal
madde, gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve düzen
çerçevesinde yer alırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı
veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.
Sir Fred Hoyle ise, tüm bu gerçekler karşısında şu yorumu yapar:
Aslında, yaşamın
akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan
bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir.
Bunun (kabul
edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.130
Hoyle'un "psikolojik" dediği
neden, evrimcilerin hayatın yaratılmış olduğunu kabullenmemek için kendilerine
yaptıkları şartlandırmadır. Bu kişiler, Allah'ın varlığını kabul etmemeyi
kendilerine temel amaç olarak belirlemişlerdir. Sırf bu yüzden, imkansız
olduğunu kendilerinin de gördüğü akıl almaz senaryoları savunmaya devam
ederler.

Evrimciler, 21. yüzyılda karşılarına çok daha açık ve hayret verici şekilde çıkan hücredeki komplekslik gerçeğini, kendilerince bertaraf edecek bir açıklama bulamamaktadırlar. Yaşamın başlangıcını ve hücredeki kompleksliği evrim ile açıklamaya çalışan her teşebbüs büyük bir hüsran ile karşılık görmektedir. Bu çabalarla evrimi savunanlar hiç olmadığı kadar küçük düşmekte, bilim her yeni bulguyla daha güçlü şekilde evrimi reddetmektedir.
Sol-Elli Proteinler
Protein oluşumuyla ilgili
evrimci senaryonun neden imkansız olduğunu biraz daha detaylı olarak
inceleyelim.
Canlılarda bulunan bir protein molekülünün meydana gelmesi için
yalnızca uygun amino asitlerin uygun sırada dizilmeleri yeterli değildir. Bunun
yanı sıra, proteinlerin yapısında bulunan 20 çeşit amino asitten her birinin de
yalnızca "sol-elli" olması gereklidir. Kimyasal olarak her amino asit
molekülünün hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır.
Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü
olmasından kaynaklanır; aynen insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık
gibi.
Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle rahatlıkla
bağlanabilir. Ancak yapılan incelemelerde şaşırtıcı bir gerçek ortaya
çıkmıştır: En basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün canlılardaki
proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır. Proteinin yapısına
katılacak tek bir sağ-elli amino asit bile o proteini işe yaramaz hale
getirmektedir. Hatta bazı deneylerde bakterilere sağ-elli amino asitlerden
verilmiş, ancak bakteriler bu amino asitleri derhal parçalamışlar, bazı
durumlarda ise bu parçalardan yeniden kendi kullanabilecekleri sol-elli amino
asitleri inşa etmişlerdir.
Bir an için evrimcilerin dediği gibi canlılığın tesadüflerle
oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken
amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda
bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların bünyelerinde sağ ve sol elli amino
asitlerden karışık miktarlarda bulunması gerekirdi. Çünkü, kimyasal olarak her
iki gruptan amino asitlerin de, birbirleriyle rahatlıkla birleşmesi mümkündür.
Oysa bütün canlı organizmalardaki proteinler yalnızca sol-elli amino asitlerden
oluşmaktadır.
Proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca
sol-ellileri ayıkladıkları ve nasıl aralarına hiçbir sağ-elli amino asitin
karışmadığı evrimcilerin hiçbir açıklama getiremedikleri konulardan birisi
olarak kalmıştır. Evrimciler, böyle özel ve bilinçli bir seçiciliği hiçbir
şekilde açıklayamamaktadırlar.

Amino asitler doğada sağ-elli ve sol-elli olmak üzere iki türde bulunurlar. Ancak proteinleri oluşturan amino asitler mutlaka sol-elli olmalıdır.
Dahası, açıkça görüldüğü gibi
proteinlerin bu özelliği, evrimcilerin "tesadüf" açmazını daha da
içinden çıkılmaz hale getirir: "Anlamlı" bir proteinin meydana
gelmesi için, az önce de anlattığımız gibi yalnızca bunu oluşturan amino
asitlerin belli bir sayıda, kusursuz bir dizilimde ve özel bir üç boyutlu
tasarıma uygun olarak birleşmeleri artık yeterli olmayacaktır. Bütün bunların
yanında, bu amino asitlerin hepsinin sol-elli olanlar arasından seçilmiş olması
ve içlerinde bir tane bile sağ-elli amino asit bulunmaması da zorunludur. Çünkü
amino asit dizisine eklenen hatalı bir sağ-elli amino asitin yanlış olduğunu
tespit ederek onu zincirden çıkaracak herhangi bir doğal ayıklama mekanizması
da mevcut değildir. Bu yüzden tek bir sağ-elli amino asitin bile sol-elli amino
asitlerin arasına karışmaması gerekir. Bu da, rastlantı kavramını bir kez daha
devre dışı bırakan bir durumdur.
Bu durum evrimin gözü kapalı bir savunucusu olan Britannica
Bilim Ansiklopedisi'nde şöyle ifade edilir:
... Yeryüzündeki tüm canlı organizmalardaki amino asitlerin
tümü, proteinler gibi karmaşık polimerlerin yapı blokları, aynı asimetri
tipindedir. Adeta tamamen sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın
hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin
nasıl sol-el ya da sağ-el olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim anlaşılmaz bir
biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına bağlıdır.131
Elbette ki bu seçim, yeryüzündeki yaşamın kaynağına bağlıdır.
Yeryüzündeki yaşamın kaynağı ise Allah'tır ve delillere bakıldığında bu durum
oldukça anlaşılırdır. Bu gerçeği evrimciler açısından "anlaşılmaz"
kılan tek şey, evrimci önyargılar ve materyalist felsefeye körü körüne
bağlılıktır.
Amino asitlerdeki sol-ellilik olayına benzer bir durum,
nükleotidler yani DNA ve RNA'nın yapıtaşları için de geçerlidir. Bunlar da,
canlı organizmalarda bulunan bütün amino asitlerin tersine, yalnızca sağ-elli
olanlarından seçilmişlerdir. Bu da tesadüfle açıklanamayacak bir durumdur.

Tüm bu saydıklarımıza
rağmen, evrimin çıkmazları bitmiş değildir. Bir proteinin meydana gelebilmesi
için gerekli olan amino asit çeşitlerinin, uygun sayı ve sıralamada ve gereken
üç boyutlu yapıda dizilmeleri de yetmez. Her bir protein molekülünün
birbirleriyle birleşebilmesi için hidrofobik (suyun olmadığı) özel bir ortamda
bir araya gelmeleri ve "peptidil transferaz" adı verilen enzim ile
bağlanmaları gereklidir. Bu şekilde gerçekleştirilen kimyasal bağa,
"peptid bağı" adı verilir. Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine
bağlanabilirler; ancak proteinler,
yalnızca ve yalnızca "peptid" bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden
meydana gelirler.
Bunu bir benzetmeyle gözünüzde canlandırabilirsiniz: Örneğin bir
arabanın bütün parçalarının eksiksiz ve yerli yerinde olduğunu düşünün. Fakat
tekerleklerden birisi, oturması gereken yere, vidalarla değil de, bir tel
parçasıyla ve dairesel yüzü yere bakacak bir biçimde tutturulsun. Böyle bir
arabanın motoru ne kadar güçlü olursa olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa
olsun bir metre bile gitmesi imkansızdır. Görünüşte her şey yerli yerindedir,
ancak tekerleklerden birisinin, olması gerekenden farklı bir biçimde bağlanması,
bütün arabayı kullanılmaz hale getirir. İşte aynı şekilde, bir protein
molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka bir
bağla bağlanmış olması bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.
Yapılan araştırmalar amino asitlerin kendi aralarındaki rastgele
birleşmelerinin en fazla % 50'sinin peptid bağı ile olduğunu, geri kalanının
ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla bağlandıklarını ortaya koymuştur.
Dolayısıyla bir proteinin tesadüfen oluşabilmesi ihtimalini hesaplarken, (sol-ellilik
zorunluluğunun yanı sıra) her amino asitin kendinden önceki ve sonraki ile
yalnızca ve yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması zorunluluğunu da hesaba
katmak gerekmektedir.

1. Hidrojen Bağı
2. İyonik Bağ
3. Hidrofobik Birleşme
4. Kovalent Bağ
Atomları ve molekülleri bir arada tutan çeşitli kimyasal bağlar vardır. Bu bağlar iyonik, kovalent ve zayıf bağlar olarak üçe ayrılır. Bunlardan kovalent bağlar, proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerdeki atomları bir arada tutar. Hidrojen bağları gibi zayıf bağlar ise amino asit zincirini, katlanarak aldığı özel üç boyutlu şekilde sabit tutar. Bu bağların zayıf olması, protein sentezi, DNA replikasyonu gibi işlemlerin gerçekleşmesi için hayatidir.
Gerekli Tüm Koşullar Mevcut Olsa Bile Bir Protein Tesadüfen Oluşamaz
Şimdiye kadar anlatılanlar
ışığında proteinler konusunu özetlemek gerekirse;
◉ Tek bir
proteinin oluşması için yaklaşık 60 özel proteine
ihtiyaç vardır.
◉ Protein
sentezi için gerekli
olan bu enzimlerin (proteinlerin) tek bir tanesinin bile eksik olması durumunda protein oluşmayabilir.
◉ Bu 60
enzimin aynı anda
bulunması yeterli değildir; aynı zamanda
enzimlerin hepsinin hücre içerisinde belli bir bölgede (çekirdek içerisinde
belli bir bölgede)
bulunması gerekir.
◉ Proteinin
oluşması için gereken
enzimleri DNA üretir. DNA
kopyalanması için de proteinler gerekir. Bir tanesinin diğerinden önce oluşma
olasılığı yoktur. Her ikisinin de aynı anda var olması gerekir.

Proteinleri meydana getiren amino asitler, doğadaki birçok kimyasal bağ şeklinden sadece bir tanesini kullanarak birbirlerine bağlanırlar. Buna, peptid bağ adı verilir. Bu, yalnızca proteinlere has bir bağlanma şeklidir. Farklı bir bağlantı şeklinde, amino asit zincirleri işe yaramayacak, proteinler oluşamayacaktır.
◉ Protein oluşumunu gerçekleştirmek
üzere bir fabrika görevi görecek bir ribozomun da var olması gereklidir.
Ribozomlar ise yine proteinlerden oluşur. Dolayısıyla, ribozomların var olması
için proteinlere, proteinlerin var olması için de ribozomlara gereksinim
vardır.
◉ Bu parçalardan birinin diğerinden önce oluşması mümkün değildir.
Proteinler, DNA, ribozom, hücre çekirdeği, enerji
üreten mitokondri ve hücredeki tüm diğer organellerin aynı anda var olması
gerekir.
◉ Hücrenin, proteinin oluşması için gereken
enzimleri üretimin gerçekleşeceği bölgeye göndermesi gerekir. Enzimler mevcut olsa bile, hücre tarafından
kendilerine belli görevler
verilmedikçe protein için hiç bir şey yapmazlar.
◉ Enzimlerin
reaksiyonları gerçekleştirebilmeleri
için belirli ısı ve pH değerlerine sahip olmaları gerekir.
Enzimler doğru ısı ve pH
seviyesinde olmadıkları sürece
reaksiyonlara başlamazlar.

◉ Bu nedenle hücrenin tüm organelleri
bir arada var olmadığı sürece proteinin ortaya çıkması imkansızdır.
◉ Protein için gereken tüm bileşenleri çamurlu bir
suya koysak bile, bu bileşenler hiç bir şekilde bir
araya gelerek proteini oluşturamazlar.
Bunun oluşması için hücrenin var olması önkoşuldur.
◉ Amino
asitler normalde birbirleriyle reaksiyona girmezler. Bir reaksiyonun gerçekleşmesi için hücre içerisinde yardımcı enzimlerin hazır durumda ve
mevcut olmaları gerekir.
Fakat amino asitler, şeker gibi çeşitli maddelerle
doğal olarak reaksiyona girerler. Bu nedenle, bir proteinin oluşması için
gerekli tüm amino asitler bilinçli olarak bir suya konsa bile, hiç bir şekilde
diğer amino asitlerle kendiliğinden birleşemezler. Bunun oluşması için yine,
gerekli reaksiyonların oluşmasını sağlayacak olan hücrenin varlığı esastır.
◉ Normal koşullarda bir protein çamurlu suya
bırakılsa bile o protein çevresel koşullar altında hemen
parçalara ayrılacak ya da diğer asit,
amino asit veya kimyasal maddelerle birleşecek ve tüm özelliklerini
kaybederek hiç bir amaca hizmet etmeyen başka bir maddeye dönüşecektir.

Miyoglobin proteinin üç boyutlu yapısı, bir proteinin nasıl kompleks bir yapıda olabileceğini çok iyi vurgulamaktadır.
◉ Tüm bunlara ek olarak amino
asitleri bir proteini oluşturacak şekilde bir araya getirecek koşullar da,
evrimciler açısından büyük zorluklar içerir:
a.
Amino asitler arasında peptit bağlar olmalıdır
b.
Tüm amino asitler sol-elli olmalıdır
c.
Sadece 20 amino asit kullanılmalıdır
d.
Amino asitlerin belli bir dizilimde olması gerekir
e.
Oluşan proteinin belli bir üç boyutlu şekle sahip olması gerekir
Tüm bu koşullara baktığımızda proteinlerin doğada kendiliğinden
var olması imkansızdır. Bu mucize moleküller, tüm diğer muhteşem sistemler
gibi, ancak ve ancak, Allah'ın an içinde yaratması ile meydana gelebilir.

Canlılığın Ortaya Çıkışına Cevap Arayan Evrimsel Çırpınışlar
"Canlılığın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı" sorusu evrim teorisi açısından o denli büyük bir çıkmazdır ki, evrimciler bu konuya ellerinden geldiğince değinmemeye çalışırlar. Konuyu, "ilk canlılık tesadüfi birtakım faktörlerin etkileşimiyle suda oluştu" gibi sözlerle geçiştirmeye uğraşırlar. Çünkü bu konuda içine düştükleri çıkmaz, hiçbir şekilde aşılabilecek türden değildir. Paleontoloji gibi bilim dallarını kendi isteklerine uygun bir şekilde kullanarak sahte fosiller ve yanlış haberler ile propaganda yapma imkanları yoktur ellerinde. Bu nedenle, evrim teorisi daha başlangıç aşamasında çökmektedir.
Bir noktayı akılda tutmakta yarar var: Evrim sürecinin herhangi bir
aşamasının imkansız olduğunun ortaya çıkması, teorinin tümden yanlışlığını ve
geçersizliğini göstermesi için yeterlidir. Örneğin sadece
proteinlerin tesadüfen oluşumunun imkansızlığının ispatlanması, evrimin daha
sonraki aşamalara ait tüm diğer iddialarını da çürütmüş olur. Bu noktadan sonra
insan ve maymun kafataslarını alıp üzerlerinde spekülasyonlar yapmanın da
hiçbir anlamı kalmaz.
Canlılığın nasıl olup da cansız maddelerden oluşabildiği, uzunca
bir süre evrimcilerin pek fazla yanaşmak istemedikleri bir sorundu. Ancak
evrimciler tarafından devamlı olarak gözardı edilen bu problem, giderek
kaçılamayacak bir sorun haline geldi ve 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başlayan
bir dizi araştırmayla aşılmaya çalışıldı.
İlk cevaplanması gereken soru şuydu: İlk canlı hücre nasıl
ortaya çıkmış olabilirdi? Daha doğrusu, evrimciler bu soru karşısında ne gibi
bir açıklama getirmeliydiler?
Soruların cevabı deneylerle bulunmaya çalışıldı. Evrimci bilim
adamları ve araştırmacılar bu soruları cevaplamaya yönelik, fakat yine fazla
ilgi uyandırmayan bazı laboratuvar deneyleri yaptılar. Hayatın kökeni konusunda
evrimcilerin en çok – belki de tek– itibar ettikleri çalışma ise 1953 yılında
Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller Deneyi oldu.
(Deney, Miller'in Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey'in olaydaki
katkısından dolayı "Urey-Miller Deneyi" olarak da bilinir.)
Evrim sürecinin ilk aşaması olarak öne sürülen "moleküler
evrim" tezini sözde ispatlamak için kullanılan yegane sözde
"delil" işte bu deneydir. Aradan neredeyse 70 yıl geçmesine ve büyük
teknolojik ilerlemeler kaydedilmesine rağmen bu konuda hiçbir yeni girişimde
bulunulmamıştır. Okullarda halen, canlıların ilk oluşumunun sözde evrimsel
açıklaması olarak Miller Deneyi okutulmaktadır. Çünkü bu tür çabaların
kendilerini desteklemediğinin, aksine sürekli yalanladığının farkında olan
evrimciler, benzeri deneylere girişmekten özellikle kaçınmaktadırlar.
Başarısız Bir Girişim: Miller Deneyi
Miller deneyinde, ilk dünya atmosferinde bulunduğunu
varsaydığı-daha sonraları ise bulunmadığı anlaşılacak olan-amonyak, metan,
hidrojen ve su buharından oluşan bir gaz karışımını kullandı. Bu gazlar, doğal
şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyeceklerinden dışarıdan enerji
takviyesi yaptı. "İlkel atmosfer" olarak adlandırdığı bir ortamda
yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini düşündüğü enerjiyi, yapay bir
elektrik deşarj kaynağından sağladı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı,
bir yandan da karışıma elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun
dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını
oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gözledi.

1. Su buharı (H2O)
2. “Atmosfer”
3. Elektrot
4. Soğuk su
5. Yoğunlaştırıcı
6. Soğutulmuş su
7. “Okyanus”
8. Su ve basit organik moleküller
1953 yılında Stanley Miller tarafından gerçekleştirilen Miller Deneyi, ilk atmosfer şartlarından tamamen farklı şartlar kurgulanarak gerçekleştirildi. Miller'ın kendisi dahi bu deneyin yaşamın kökenini açıklayamayacağını itiraf etmiş olmasına rağmen söz konusu deney halen evrimci spekülasyonların ana malzemesidir.
Devamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz





0 yorumlar:
Yorum Gönder